1956 yılında ailesiyle Etiler’e göçtüğünde üç yaşındaydı. Etiler’in kuş uçmaz, kervan geçmez top sahalarında oyun oynamanın, mücadelenin, arkadaşlığın zevkine vardı. Eczacıbaşı’nın 17 yıl şampiyon olan voleybol takımının 10 yılında ilk altıdaydı. Eczacıbaşı’nın ve A Milli Takımın efsane kaptanı, Etilerli Selcan Çağlar’la buluştuk. 1950’li yılların Etiler’inden, amcası Behçet Kemal Çağlar’dan ve çok sevdiği voleyboldan konuştuk.
Söyleşi: Görkem Kızılkayak
Fotoğraflar: Selcan Çağlar Arşivi, Yusuf Aslan
Arzu ederseniz Etiler’den başlayalım. Sizin oraya ilk yerleşmenizden, ilk hatırladığınız Etiler’den biraz bahsedelim…
Bizim ailemiz, o zamanki bütün aileler gibi, Tarihi Yarımada’nın içinde Çemberlitaş, Beyazıt, Aksaray gibi semtlerde otururdu. Biz de Çemberlitaş’ta Piyer Loti Caddesi üzerinde bir köşe apartmanda otururduk. Ben üç yaşındayken, 1956’da Etiler’e göçtük. O zamanki Tarihi Yarımada’dan göçler Şişli, Nişantaşı, Ayaspaşa, Taksim civarına olurdu. Çünkü oralar artık değişmeye başlamıştı. Babam ziraatçı olduğundan Etiler’de bahçeli ev alma fikri ona cazip gelmiş olmalı. O dönemde Etibank, bir kooperatif kurarak kendi bünyesinde çalışanlara Etiler’de bir kooperatif arazisi organize etmiş. Amcam Behçet Kemal Çağlar maden mühendisiydi, bu kooperatiften o vesileyle haberdar olduğumuzu düşünüyorum. Amcam bugünkü Tepecik yolunda bir ev aldı, biz de Etiler Sokak’ta ev aldık. O sıralar sokak adları yoktu, bizim adresimiz “Etiler No: 155”ti. 1956 yılında bir yaz günü gibi geldik diye hatırlıyorum, çünkü abimin sünnet düğünü oldu o sırada.
Etiler’e geldiğimizde evlerin çoğu boştu. Büyük bir bölümde de inşaat bitmemişti. Beş-altı aileydik. Perihan ve Vecdi Özgül Ankaralı komşularımızdı. Rahmetli Vecdi Bey eski spor bakanı ve hava amiraliydi. Annem Perihan Hanımla çok ahbaplık ederdi. Akşam olup da yeni bir ışık yandığı zaman o beş altı ev dışında, “Aaa yeni bir komşu geldi, yarın gidelim!” diye sevinirdik. Etrafta hiçbir şey yoktu. Şimdi Alkent’in olduğu yerde, domuz mandırası denen bir mandıra vardı. Oraya gitmemiz yasaktı, bizim eve uzak diye… Hâlbuki Alkent, Tepecik Yolu’nun öbür tarafı, beş dakikalık mesafe, ama bize oraya gitmek yasaktı.
Bizim ev bütün ailenin hürriyet alanıydı. Çünkü bahçe vardı, sokaklar boştu, istediğimiz yerde oynuyorduk. Bütün ağaçlarını bilirdik Etiler’in. Hangi bahçede, hangi meyve ağacı var bilirdik. Hangisinin ayvası çok güzel, bilirdik. Hâlâ hatırlarım hangi evin ayvası güzel ama tabii kalmadı hiçbiri. Mahallede Amerikalılar, Almanlar da otururdu. Zincirlikuyu’da şimdi Aygaz binasının olduğu yerde Amerikalıların alışveriş yaptığı Tuslog diye bir market vardı. Orada veyahut o civardaki diğer Amerikan tesislerinde çalışan Amerikalılar hep bahçeli evleri tercih ederlerdi. Mahallede hep iki-üç Amerikalı aile oturmuştur, biz de onların çocuklarıyla oynardık. Dolma lastik bisikletleri olurdu. Türkiye’den hiç yoktu o lastiklerden. Bizimkiler şişme lastikti, patlardı. Bir de çek çek arabaları vardı, hem üstüne mal yüklerler hem çocuklar biner. Dört teker, tepsi gibi bir tabla ve sapı vardır. Markete onunla giderler. Amerikalılarla çok içli dışlı olmuştuk, hatta bende Amerikan aksanı gelişmişti. Lisede okurken, İngilizce hocası, “Senin bu Amerikan aksanın nereden geliyor?” diye sormuştu. Sokakta Amerikalılarla oynamaktan geliyordu.
Kooperatif dışında Etiler’de hiçbir şey yoktu, en yakın merkez Levent’ti. Kar yağdığı zaman Mecidiyeköy’de babamın bir ahbabı vardı. Aileden birisi şehirdeyse gece gider orada yatardı, ertesi gün işine ya da okuluna oradan giderdi. Etiler’e gelemezdiniz. Vasıta yoktu. 1958 yılında ilk otobüsün başladığını hatırlıyorum.
1960’lardan itibaren Hisarüstü’nde ilk gecekondulaşmaları gördük. O yıllarda biz mahallede herkesi tanıyorken tanımadığımız insanlar evin önünden geçmeye başladı. Garipsedik, baktık, bunlar kim, geldikleri yönde ne var? Bir tek Robert Kolej vardı, başka da bir şey yoktu. O tarihe kadar Robert Kolej’e giden yolun üstünde tek gördüğümüz şey böğürtlenlerdi. Annemiz elimize bir tas verir bizi böğürtlen toplamaya yollardı. Tas tas böğürtlen toplayıp eve geldiğimizi hatırlarım.
İlkokulu nerede okudunuz?
Etiler’deki Ata Koleji’nde okudum. Bugün Gamgam Pasajı oldu. Venüs Pastanesi’nin bugün boş duran binasının karşısında, Öncül Büfe’den önceki sokağın başındaydı okul. Beş sınıflıydı. Venüs’ün yanındaki bina ortaokul ve yatakhaneydi; altında yemekhane vardı. Benim ilkokulum, sonradan, bugünkü D&R’ın olduğu yere taşındı. O zamanlar o villanın her odası bir sınıftı. Salon ortadan ikiye bölünmüştü; bir tarafı bir sınıf, diğer tarafı bir sınıf. Yukarıdaki iki yatak odası, birer sınıf… Banyoyu bile sınıf gibi düzenlemişlerdi.
Kimler vardı okulda?
İlkokulumuzda Murat Verdi, Mustafa Terzioğlu, eski İstanbul Valisi Vefa Poyraz’ın oğlu Osman Poyraz, “Bizim İçin Şampiyon” filminde anlatılan Atman ailesinden Lale Atman, Leyla Özcengiz, Bebekli Mustafa Terzioğlu ile Sabit Akça hatırladıklarım…
Okulunuzun da içinde olduğu Etiler çarşısı ve çevresi o dönemde nasıldı?
O zaman Venüs Pastanesi yoktu, bir tek Dünya Pastanesi vardı. Onun yanında bir Mahmut (Sarıkaya) Kasabımız vardı. Bir Aygaz bayiimiz (Yaşar Özen) vardı. Aynı sırada kolacı Ayhan (Altuğ) abiyle Doğan (Altuğ) dükkânı bulunurdu. O zaman Dünya Pastanesi gençlerin buluşma yeriydi. Bir de aşağıda Eti Gıda vardı; Bakkal Hasan Bey işletirdi. Oğlu veya yeğeninin aynı yerde hâlâ hazır yemek satan minicik bir yeri var. Arada sırada orada yerim. Dünya Göz Hastanesi’nin olduğu yerde bir tütün deposu vardı. Yassı bir binaydı. Onun fotoğrafını daha sonra hiç bulamadım. Çok güzel bir taş bina. Önünde yüksekçe kamyonun yanaşma hizasında bir rampası vardı. Ondan sonra Robert Kolej’e kadar hiçbir şey yoktu. Uçaksavar falan çok sonra yapıldı.
Kar yağınca Etiler maceralı bir yere dönerdi; sıkı giyinilir, komşularla Etiler’den aşağı inilir, sonra geri çıkılırdı. Bugün Seheryıldızı Sokak’la Cevher Sokak’ın köşesinde kalan alanda yazlık sinema vardı. Çok giderdik sinemaya. Gitmediğimiz zamanda da evin önünden geçen insanlardan sinemanın dağıldığını anlardık. Hacı Recep’in çilek tarlası vardı, şimdiki Sarı Konaklar’ın olduğu yerde. Bugün ne çilek kaldı, ne tarla…
Yazlığa gidilmezdi. Etiler yazlık gibiydi, yürüyerek Bebek’e gidilir denize gidilir, yürüyerek tekrar yukarı çıkılırdı. Bebek yokuşu parke taşlıydı, genişlediği yerde bir çeşme vardı. Orada su içilirdi yukarı çıkılırken. O çeşme kalmadı şimdi. Babam bizi alırdı, bazen halamın kızı da Ankara’dan bize katılırdı, yürüyerek Bebek’e ineriz. Vapurla Küçüksu’ya geçeriz, oradan denize gireriz, öğlen 1’e doğru tekrar yola çıkarız karşıya geçeriz ve Bebek’ten yürüyerek yukarı çıkarız. Bu yol boyunca üç dört tane farklı aktivite vardı: “Baba ne olur kürekle geçelim!” derdik. Bebek’te sandal kiralanırdı; yaşlı bir amca, bayağı kürekle, motor falan yok, Küçüksu’ya geçirirdi bizi. Bu iş ilave bir masraftı! Bir de mısır yerdik. Mısır yersek Bebek’ten Etiler’e yürüyerek çıkardık, mısır yemezsek taksiyle çıkabilirdik. Küçüksu Plajı’nda çok yüzdük ve ben yüzmeyi orada öğrendim. Derin bir suydu orası. Bebek gibi değil; derin, akıntılı, şahane bir suydu.
“Bir Voleybolcunun Anıları” kitabınızda Tepecik Yolu’yla ilgili bilinmeyen bir anıyı kaleme almışsınız, bir kez de bizim okurlarımız için paylaşabilir misiniz?
Amcam Behçet Kemal Çağlar’ın da içinde olduğu Etibank çalışanlarının kurduğu Eti Yapı Kooperatifi dolayısıyla semtin adı Etiler oluyor. Biz Etiler’e geldiğimizde sokak isimleri yoktu. Daha sonra bizim yaşadığımız sokağın adı Etiler olmuş, karşımızdaki sokağın adı Alptekin Sokak’tı, sonradan Sarıoba’ya çevrildi, nedendir bilemiyorum. Sokakların ismi hep Yıldızçiçeği, Seher Yıldızı, Ahular gibi isimlerdi. Amcamlar da şimdiki Tepecik Yolu’nun üzerinde bir ev almışlardı. Bugün Develi Kebapçısı’nın hemen yanındaki evde otururlardı babaannemle birlikte. Erzincan’da doğduğu köyün adı “Tepecik” olduğu için bu ismin amcamla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bu arada Amcam müzmin bekârdı, evlenemedi. Bunun Etiler’le de bağlantısı var. Çünkü annesiyle oturuyordu. Annesi bu konuya sürekli müdahil oluyordu! Birkaç girişimden sonra baktı anneyle olmuyor bu iş! Ayaspaşa’ya taşındı.
Amcanızla ilişkiniz nasıldı?
Amcam ben 16 yaşındayken vefat etti. Amcamla ilişkimiz bayramdan bayrama gibi oluyordu. Bambaşka hayatlar yaşıyorduk. Babam üç çocuklu aileyi geçindirmek için sürekli çalışıyor, Cağaloğlu’nda ofisinde avukatlık yapmaya çalışıyordu, zorlanıyordu. Amcamın da çok hareketli bir hayatı var. Hem seyahatlerde hem İstanbul’un gece hayatında zamanı geçiyordu. Aslında gece hayatı çok da fazla yoktu ama o popülerliği nedeniyle bir sürü davete katılıyordu. Nadiren bize gelirdi. Ama her bayram önce babaannemin Etiler’deki evine giderdik. Ondan sonra amcamın Ayaspaşa Bağ Odaları Sokak’taki evini ziyaret ederdik.
Amcamın evi şenlikli bir evdi, Boğaz manzarası vardı. Eli, gönlü bol bir adamdı, bize hep harçlık verirdi. O yüzden amcama gitmeye severdik. Bir gün amcam beni Elmadağ’da Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü’ne götürdü, tenise yazdırmak üzere. Ben bir yaz orada antrenman yaptım ama beni çok açmadı. Bir sene sonra da voleybola başladım.
Ata Koleji’nden sonra nerede okudunuz?
Biz üç kardeş Alman Lisesi’ne gittik. Babam Almanya’da bir müddet bulunmuş, Almanlara sempatisi vardı. O zamanlar özel bir sınavla giriliyordu Alman Lisesi’ne… Babam Fikret Çağlar tek başına üç çocuğunu da Alman Lisesi’nde okutabilmiş. Memurdu, Halkalı Ziraat Mektebi’nde hocaydı. Aynı zamanda avukatlık da yapardı. Ata Koleji’nde de biyoloji derslerine girerdi.
Ortaokula başladığımda, 1964 yılında Etiler’den Tünel’e otobüs yoktu. Levent-Tünel otobüsü vardı. Her sezon başında bizim aileler, şimdi Şişli’deki AVM’nin olduğu yerdeki İETT Garajı’na gider “Şu 7 otobüsünü Etiler’e kadar uzatın da bizim çocuklar binsin” diye rica ederlerdi. Hakikaten de bir 20 kişi kadar binerdik o otobüse. Yoksa Aksaray otobüsüne bineceksin, Şişhane’de ineceksin, oradan yukarıya yürüyeceksin.
Voleybola nasıl başladınız?
Ben voleybola Alman Lisesi’nde başladım. Orta 2’ye gidiyordum. Top oynamayı çok seviyordum ve mahallede top sahalarımız çoktu. Karşımızdaki Sarıoba Sokak’ta sürekli top oynardık. Bunlar benim için voleybolun altyapısıydı. Bir yaz, Çamlık’ta çocuk parkının olduğu yerde, çam ağaçlarının altında sabahtan akşama kadar bir arkadaşımla pas-manşet yaptığımı hatırlarım. Günlerce, bütün yaz boyu…
Dokuzuncu sınıfın sonlarında antrenörümüz Selim Seyhan bana ve pasör arkadaşımız Sezgin Yüzak’a (Akbay) bir gün dedi ki “Yarın İstanbul karmasının antrenmanları olacak Spor Sergi Sarayı’nın üstündeki katta, isterseniz gidin katılın.” Biz gittik, herkes kulüp formalı, biz böyle kuş gibi, lise talebesi! Orada antrenör Metin Bıkmaz “Galatasaray yeni takım kuruyor, ister misiniz?” diye sordu. “Valla olur mu, olur” dedik. Galatasaray Hasnun Galip Sokak’da idman yaptığı için okula da yakın. Biz böylece Galatasaray’a girdik. Galatasaray’da dört yıl boyunca tamamen amatörce top oynadım. Haftada iki gün idman, hafta sonları Gümüşsuyu Teknik Üniversitesi’nin salonunda lig maçları. Tribün yok, ısıtma yok, hiçbir şey yok; bir tane parke saha, bir file, çok ilkel bir vaziyet… Tankut Antikacıoğlu’ydu antrenörümüz.
Üniversiteye girdiğimde Galatasaray’da oynuyordum. 72 yılında Ankara’da gençler şampiyonasına gittim, 73’de A Milli Takım’la Romanya’ya gittik. O sıralarda Eczacıbaşı takımı kurulmuştu ve ilk şampiyonluklarını almaya başladılar. Milli Takım’da Cengiz Göllü’ye tanıştım. O da rahmetli oldu, Allah rahmet eylesin. Nihayet kendi kendime dedim ki “İstediğim gibi bir antrenör, istediğim gibi bir idman…” İdmana gidiyorum müthiş, keyifli bir idman oluyor. Bir sporcu, mahallede bile maç yapsa güzel olsun ister. Uydur kaydır insanlarla top oynamak istemez. Cengiz abi de müthiş idman yaptırınca “Çok beğendim bu Cengiz abiyi” dedim. O sırada da Eczacıbaşı bizi hep yeniyor. Çıkıyoruz, yeniliyoruz, eve dönüyoruz; çıkıyoruz, yeniliyoruz, eve dönüyoruz. Sıkıcı bir durum!
Değer Eraybay vardı, eski voleybolcu, sonradan antrenörümüz oldu, o anlatmıştı bana, unutmuşum: Bir gün yine Teknik Üniversite’nin buz gibi salonunda ısınmışız, maç kaşla göz arasında bitmiş, hevesimizi alamadan Eczacıbaşı bizi yine yenmiş! Pabucumu çıkarıp yere çalmışım, “Ne zaman yeneceğiz biz bunları ya?” diye. Hırslı sporcu böyle oluyor herhalde! Ondan sonra Cengiz abi bana transfer teklif etti.
Ne zaman katıldınız Eczacıbaşı’na?
74 yazında. Eczacıbaşı’nın fabrika binası vardı, şimdiki Kanyon’un yerinde, oraya geçtim. Eve yakın. Haftada dört gün idman ve iyi idman. Cengiz abi çok iyi bir antrenördü, keyifliydi. 10 bin lira transfer bedeli aldım. “Bir Voleybolcunun Anıları” kitabımda hesabını yapmıştım, o zaman birkaç Cumhuriyet altını alınıyordu! Ayda da bin lira maaş. Üniversitede okuyorum. Bizi disipline etti o para. Az olması falan mühim değil; para mı alıyorsun, karşılığında saatinde antrenmanda olacaksın, kaytarmak falan yok, annem hasta, bayram oldu falan yok. Biz Galatasaray’da idmana beş, altı kişi çıkardık. Para verilmiyor, herkesin keyfine göre, ya geliyorsun ya da gelmiyorsun. Eczacıbaşı’nın o ciddiyetini çok beğenmiştim.
Eczacıbaşı’na transfer olduğunuz yıl lig şampiyonu kim oldu?
Eczacıbaşı bir sene önce zaten şampiyon olmuştu. Ondan sonra ben bırakana kadar her sene şampiyonluğu kazandık. Meşhur üst üste 17 yıl şampiyonluk geldi. Ben 1980’de kaptan oldum, 85’te voleybolu bırakana kadar beş yıl kaptanlık yaptım. Milli takımda da bizden önceki jenerasyon bıraktıktan sonra hep ben kaptandım. Çünkü Eczacıbaşı çok güzel bir altyapı hazırlamıştı. Salon var, duşlar akıyor. Bunlar minimum şeyler ama bizim için çok cazipti! Bize haftada dört gün antrenman verecek takım yoktu. Bulgaristan’a kampa giderdik otobüsle ve genç erkek takımı bizim karşımızda maça çıkardı! Onlarla oynardık. Onlardan çok anlatan vardır, biz sizinle çok maç yaptık diye. Pera Müzesi’nin genel müdürü Özalp Birol, benden bir jenerasyon küçüktür, geçen gün Facebook’ta yazmış, 76 yılında onlar genç milli, biz A milli takımken bizimle antrenman maçına çıkmışlar.
1985’e kadar çok yoğun üst üste şampiyon olduğumuz bir dönem yaşadık, çok hoş bir dönemdi. Milli takımdan ziyade Eczacıbaşı’yla başarılar kazandık. Çünkü milli takım deyince bütün Doğu Bloku ülkeleri çok ciddi rakipti. 1990’a kadar hiç kimseye nefes aldırmadılar. Doğu Almanya, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Rusya… Bulgaristan’ın Dünya şampiyonluğu vardı. Uyduruk Bulgaristan diye bakmayın, acayiptiler. Avrupa’da ilk sekiz onlar, ondan sonra nal toplayarak Almanya, Hollanda, İtalya falan gelirdi. Bu böyle yıllarca devam etti. Biz Eczacıbaşı’yla ilk defa futbol, basketbol, voleybol, hentbol hiç kimsenin yapamadığını Avrupa Şampiyonlar Ligi ikincisi olarak başardık. Bu muazzam bir başarı oldu, yer yerinden oynadı. “Kim bu kızlar?” diye bir merak oluştu. Bir sürü insan voleybola başladı. 84 yılında bir kez daha finallere gittik ama orada dördüncü olduk, bir şey yapamadık. Ama Avrupa’nın yolu ve dünya standartlarında voleybol oynamanın yolu öyle açıldı. Şakir bey maçtan sonra bize kızardı, “Niye o kadar sayı verdiniz?” derdi, “Şakir bey maçı 3-0 aldık” diyorsun “Yahu ben size bu standardı mı söylüyorum, ben size Avrupa standardını söylüyorum. Bu Avrupa standardı mı?” diye bir fırça! Onun seviyesi Avrupa’ydı. Hakikaten de ittire ittire bize profesyonel sporcu olmayı öğretti.
Şakir Eczacıbaşı müthiş bir adamdı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en baba spor adamlarından birisiydi. “Ben sakatlıktan anlamam, sakatlanmayacaksın. Hastalıktan anlamam, hastalanmayacaksın” derdi. Kış oldu mu herkes Uludağ’a giderdi, biz gitmezdik. Çünkü burada bu kadar insan var, bu kadar emek var, öyle bir hakkın yok Uludağ’da macera peşinde koşmaya. Gece hayatı yok, o yok, bu yok. Damatları bir kenara çeker, “Damat gel buraya, bu sene hamile kalmak yok!” derdi. Ben 1979’da evlendim, 85’te jübile yaptım, 86’da doğurdum. Az kişiydik, Lilya Venkova diye bir kız vardı, onun sayesinde altıncıyı tamamlardık. Yedeklerimiz vardı ama o ilk altıdan birisine bir şey olsa sahaya girecek oyuncu yoktu. Arada müthiş bir seviye farkı vardı. O yüzden biz kendimize çok dikkat ettik ama çok da güzel yaşadık. Çok severek yaptığımız bir işimiz oldu. Döviz yokluğundan yurt dışına çıkmak zordu. Biz yurt dışına çıkıyoruz, bir sürü alışverişler yapıyoruz, cebimizde paramız var, 20’li yaşlardayım, çok lüks bir yaşantımız vardı. On kız, başımızda Cengiz abimiz, biz kakara kikiri pikniğe gider gibi maça gidiyor, oynuyor, geliyoruz. O arada çok önemli bir şey oldu: Avrupa’da hiçbir konuda üstünlük sağlayamadığımız ve kendimizi eksik hissettiğimiz ülkelerde biz Eczacıbaşı olarak gidip gidip oradaki takımları yeniyorduk. Avusturya’ya gidiyoruz Viyana’yı yenip geliyoruz. Almanya, İtalya, Fransa, Belçika, İspanya’ya gidiyoruz, yeniyoruz. Türkiye’de bizi çok ciddiye almadılar. Bizi ilk gurbetçiler bağrına basmaya başladı. Oralara gidip maçları kazandıkça herkes birbirine haber vermeye başladı. “Bir daha ne zaman geleceksiniz?” diye sorarlar, toplanıp gelirlerdi. İnsanların hayatı oradakilere karşı hep ezik geçmiş, biz bir bir yeniyoruz, adamlar elde Türkiye bayrakları coşuyorlar. İlk seyircilerimiz gurbetçiler oldu. Ondan sonra büyükelçiler dikkat etmeye başladı. Enteresan bir yerden, olmayan bir kanal açtık. O yoldan sonra hem voleybol çok popüler oldu, hem de kadın olarak bizim açtığımız bu yol çok ses getirdi.
85’teki jübile kararını nasıl aldınız?
Sporda en keyifli zamanınız son iki-üç yılınızdır. Çünkü hem kondisyon olarak yapabiliyorsunuz hem de biliyorsunuz. O melekeniz var, topu isteğiniz yere nokta atışı atabiliyorsun, oyunu okuyabiliyorsun, karşındakinin elinin hareketinden topu nereye atacağını kestirebiliyorsun. Ama yavaş yavaş o fiziksel kapasiteniz düşmeye başlıyor. Düşünce de olmuyor. O kadar sene yıldız olarak oyunu oyna, sonra kötü halini insanlar görsün istemiyorsun. 32 yaşında zirvedeyken bıraktım.
Ama voleyboldan kopmadınız…
Yaklaşık yedi yıllık bir ayrılığım oldu, iki çocuk doğurup büyüttüm o arada. Sonrasında 1997 yılından itibaren dört yıl boyunca federasyon kurulurken Ahmet Gülüm başkanlığındaki yönetimde yönetim kurulu üyeliği yaptım ve kadın milli takımlarından sorumlu kişi olarak görev aldım. Görevdeyken ilk defa 1982’de Avrupa şampiyonasına milli takımla gittik ama rezil olup geldik diyebilirim. İlk sekiz Doğu Bloku ülkeleriydi. Hababam çıkıp dayak yiyip geliyorsun… O zamanki puan sistemi de bugünden farklı olduğu için karşı taraf hata yapsa bile sayı alamıyorsun, servis geçiyor sadece. 15-1 falan yeniliyorduk. Şimdi karşı taraf hata yapınca en azından sayı alıyorsun, skorun biraz kabarıyor! Çok hazin yerlerden geçerek geldik. Şimdi standart o kadar yükseldi ki Dünya Şampiyonası’nda ilk üç bekliyoruz. Avrupa Şampiyonası’nda finali iki sayıyla kaçırıyoruz.
Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz?
Zaman içinde oldu. Bizim zamanımızda kızlar top oynamaya, maça falan gitmez. Sosyeteyse tenis oynar, ata biner ancak. Benim bile başlangıcım biraz zorludur. Bir gün eve geldim, babamla karşılaştık, saçım falan ıslak. “Nereden geliyorsun böyle?” dedi. “Antrenmandan” dedim. “Siz orada duş mu alıyorsunuz?” dedi. “Nasıl bir yer orası acaba?” diye düşündü. İşkillenmekte haklıydı, tutucu bir baba değildi ama o dönemin ortamı enteresandı.
Fakat bizim her başarımızdan sonra, gazetelerin ve TRT’nin çok büyük rolü var bunda, büyük ilgi oldu. Bir maçımızdan sonra 450 kız geldi Eczacıbaşı’nın antrenman yaptığı salona. Öncesinde Şakir Bey evlerden kız toplardı. “Kızınız uzun boylu. Ben ona iş vereceğim. Hem de top oynayacak” diye ikna etmeye çalışırdı. Aileler de “Kızımız iş sahibi olacak” diye kabul ederdi. 74’ten 84’e gelindiğinde yüzlerce kız kendiliğinden gelmeye başladı. 10 yıllık süreçte bizim başarılarımız ve televizyon yayınları sayesinde ailelerin kafasındaki bakış değişti. Milli takımların ana sponsoru Vestel’in CEO’su çıktı, “Kadın voleybolu Türkiye’deki en önemli kadın hareketidir” dedi. Çok abartılı bir düşünce değil. 10 yıllık süreçte kadın ve sporla ilgili kafalardaki algı değişti.
Milli takımdaki yöneticilik kariyeriniz nasıl gelişti?
Kadın milli takımlarda genç, yıldız ve A milli takımlarda sorumluydum. O dönemlerde çok büyük atılım yıldız ve genç takımlarda oldu. Bu atılım 2000’li yıllarda A takıma yansıdı. Şimdi milli takımın menajeri Pelin Emniyetli pasördü, Eczacıbaşı’nda oynayan Esra Gümüş smaçördü. O dönem yavaş yavaş Neslihan’ın bir yıldız olarak milli takıma katılması çok önemli katkı verdi. 2003’te Avrupa ikincisi oldular, ardından 2019’da yine ikincilik geldi. O senenin genç, yıldız ve A takımlarının başarılarına göre dünya sıralaması oluşuyor, artık dünya sıralamasında hep ilk 10’un içerisindeyiz. Bu çok önemli bir başarı! Türk kadınını dünyaya tanıtmak için kadın voleybolunun çok önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum.
En son 2012 Londra Olimpiyatları’na gittim milli takım menajeri olarak. Ondan sonra federasyon değişti, yepyeni genç kadrolar geldi. Ayrıca bizim de yaşımız belli… Bir yerden sonra daha genç ve dinamik insanların işin içinde olması daha doğru geliyor bana. Kızlar şu an yılda bir milyon dolar kazanıyor. Bizim o bildiğimiz tarz yok artık. Dolayısıyla ben de onların arasında yapamayabilirim. O yüzden onların lisanından anlayan gençlerin olması daha doğru.