Söyleşi: Defne Kara, Fotoğraf: Barış Acarlı ve Özgür Gürbüz Arşivi
Nükleeri protesto etmek için, 1995 yılında 18 Temmuz – 5 Ağustos tarihleri arasında, Akkuya’ya giden ve 170 kilometrelik yolu geri geri yürüyerek büyük dikkat çeken Özgür Gürbüz, eyleminin 20. yılında nükleer konusunda hâlâ aynı noktada olduğumuzu söylüyor. Gazeteci, çevreci ve enerji analisti Özgür Gürbüz ile buluştuk ve enerji politikalarında geldiğimiz noktayı konuştuk.
20 yıl oldu, o anki duygularınız ve şimdikileri karşılaştırmanızı istesem. Değdi mi sizce? 20 yıl geçti ve geçtiğimiz aylarda temeli atıldı.
Hayatımda yaptığım en güzel iş. “Sadece başka türlü yapabilir miydim?” diye başka şeyleri düşünüyorsunuz. Ama galiba o zaman için doğru bir şeydi. O zamanlar nükleeri ilericilik olarak savunuyorlardı. Ben de “Siz ilericiyseniz, ben gericiyim” dedim. Ve geri geri yürümeye başladım. Beni kızdıran o insanların bazıları artık hayatta bile yok. Mesela Prof. Dr. Nejat Aybers vardı; İstanbul Üniversitesi’nin bir konferansına gitmiştik, nükleeri savunuyorlardı. Bir kitapçık verdiler -hâlâ saklarım- “Nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltir.” gibi argümanlarla nükleeri savunan yazılar vardı içinde. Mesela beni bunlar çok kızdırıyordu. Doğru dürüst bir tartışmaya her zaman açık olmuşumdur. Ama propagandaya dönük, biraz da altının doldurulamayacağı şeyler söylendiğinde kızıyordum ve o yüzden yürüdüm zaten. Şimdi aynı kızgınlık var mı, tartışılır… Bazen var, bazen yok… Ama kesinlikle pişmanlık yok!
Peki, geldiğimiz nokta ne?
Tabii, Türkiye’deki nükleer karşıtı hareket değişti. Çevre sorunları o zamanlar birkaç tane sorundan ibaretti. Dünyada bütün her şey değişti. İklim değişikliği sorununu yeni yeni duyuyorduk. Çernobil’in anıları çok tazeydi. Sivil toplum örgütlerinin yerleşmesiyle, fonların gelişiyle çevre hareketinin karakteristiği değişti. Benim yaptığım çok gönüllü bir şeydi. Şimdi gönüllü çok az görüyorsunuz. STK’larda profesyonel çalışılıyor. Bu yüzden değerlendirmek çok zor. Ama nükleere bakarsak, birçok konuda bizim söylediğimiz argümanların hepsi ispatlandı. Biz “Çernobil’den sonra da bir başka nükleer kaza olabilir, bunu durduramazsınız.” diyorduk. Nükleeri savunanlar, “Çernobil bir istisnaydı, böyle büyük bir kaza olmayacak.” diyorlardı. Fukuşima oldu! “Nükleer enerji pahalıdır” diyorduk ve bunu rakamlarla gösteriyorduk. Bunda da haklı çıktık. Nükleer enerji gerçekten geriledi bütün dünyada. Özellikle Batı Avrupa’da ve Kuzey ülkelerinde. Zaman 20 senede bizim söylediklerimizi haklı çıkardı. Bu anlamda aslında doğru bir şey yaptık. Üçüncü şey; “Biz, yenilenebilir enerji gelecektir.” diyorduk. Üst düzey bir yetkili, rüzgâr türbinleri için “Fırıldaklarla mı elektrik üreteceksiniz?” demişti bize. Halbuki biz okuyorduk o zamanlar. Biz “Bakın, nükleerle, kömürle, doğalgaz santralleriyle kıyaslayamayacağınız kadar bir enerji kaynağı olan güneş, rüzgâr, Türkiye’de var.” diyorduk. Sonra bakıyorduk güneş enerjisi için makaleler geliyordu, yurt dışında güneş enerjisi konuşuluyordu. Almanya’nın şimdi 40 bin megavata yakın bir güneş gücü var. Bizim 100 megavat! Almanya’nın güneşi bizim beş kat azımız.
Günleri de daha kısa…
Elektrik piyasasına baktığınız zaman, güneş enerjisinin çok büyük avantajı var. Elektrik talebinin en yüksek olduğu zaman hemen hemen her ülkede aynıdır. Öğle saatleridir. Yani elektriğe en çok ihtiyacınız olduğu zaman ve elektriğin de en pahalı olduğu zaman dilimidir. İşte güneş bunu bozuyor. Çünkü güneşin de en güçlü olduğu ve en bol elektrik ürettiği zaman, elektriğin en pahalı olduğu zaman. Aslında kavga da bu. Nükleer santralin güneşi sevmemesinin en büyük sebebi bu. Çünkü en pahalı elektriği satacağı zaman devreye güneş giriyor. “Enerjiyi verimli kullanmamız gerekiyor” dedik, haklı çıktık. “Kaynaklar sınırlı” dedik, haklı çıktık. Yani, 20 yıla baktığımız zaman birçok argüman bizi doğruladı. Ve ben çok net söylüyorum, dünyanın gidişatının tersine iş yapmaya kalkanlar her zaman kaybederler. Gelecek çok net; dünyada enerjiyi daha akıllı kullanmak üzerine bir yarış var. Enerjiyi tasarruflu kullanmak üzerine bir yarış var. Çünkü kaynaklar sınırlı. Ve yenilenebilir enerjiyi yaygınlaştırmak üzerine bir yarış var. Teknoloji bu yönde ilerliyor, hükümet politikaları bu yönde ilerliyor. Türkiye hâlâ geriye gitmeye çalışıyor. Aslında ben geriye yürüdüm ama galiba geriye giden Türkiye.
Her şeyi insan ömrüyle biçiyorlar, halbuki doğada insan ömrü küçücük bir zaman dilimi…
Bu aslında çok önemli bir nokta. Biz dört yıllık bir hükümete oy veriyoruz. Dört yıllık bir hükümet diyor ki: “Nükleer santral yaparak ben size 240 bin yıllık atık bırakıp gidiyorum…” Böyle bir demokrasi yok, böyle bir anlayış yok, siz şu anda hayata gelmemiş çocukların da haklarını alıyorsunuz…
Ya da başka varlıkların…
Evet, insan merkezli de düşünmemek lazım. Hayvanların da haklarını da alıyorsunuz; sanki onlardan oy almış gibi, onları ikna etmiş gibi davranıyorsunuz.
Son yıllarda çevre sorunları çok arttı Türkiye’de. Nükleer onların gerisinde mi kaldı?
Bence bir sürü etken var. Biz 90’larda iyi kötü nükleeri destekleyen hocalarla, nükleer karşıtı hocalarla aktivistleri aynı panellerde veya televizyonda görebiliyorduk. Şimdi argümanlar o kadar bizim lehimize ki; şimdi enerji bakanını biz, nükleer karşıtı platformda birileriyle tartışırken göremiyoruz. Kaç kez bu çağrılarımızı yineledik, ben kaç kere yazılarımda da yazdım, gelin tartışalım bu konuyu diye. Ama hükümet yetkilileri bizimle karşılaşmak istemiyorlar, aynı zamanda -çok az bile olsa- nükleer konusunda uzman olan ve savunan hocalar, onlar da bizim karşımıza çıkmak istemiyorlar. Türkiye’de sanki bu konu çok önemsizmiş, gibi gösteriyorlar. Nükleeri fazla konuşmadan, sadece kendi istedikleri alanda konuşarak, bu işi oldubittiye getirmek istiyorlar, herhalde onun etkisi. Bir de tabii çevre sorunları çok fazla. İstanbul’da bile bin tane yerel sorun var. Bu dağılmışlığın biraz nükleere ilgiyi azalttığını düşünüyorum. Ama bu tehlikenin geçtiği anlamına gelmiyor.
Akkuyu’nun reklamını görünce ne hissettiniz?
Ben aslında sevindim…
Neden?
İzlenen taktik şu: “Biz nükleeri tartışırken, nükleer karşıtlarını hayatta inandıramayız, çünkü elimizde nükleeri savunacak çok fazla argüman yok. O yüzden biz gizli kapaklı, fazla konuşmadan yapmalıyız” diyor hükümet. Reklam, aslında istemedikleri şeyi yaptı. Bir anda insanlar “Aaa Türkiye’de nükleer santral mı yapılıyormuş?” oldu. Ve ne oldu biliyor musunuz, geçtiğimiz 26 Nisan’da, Sinop’ta yapılan nükleer karşıtı mitingde bir rekor kırıldı. Yaklaşık 25 bin insan katıldı. Bu çevre için inanılmaz bir rakam. En büyük nedeni reklamdı. Ben, “keşke daha fazla reklam verseler” diyorum.
Kestiler reklamları birden ama…
Evet, o seçim yatırımıydı. Şu anda hiçbir şey görmüyoruz.
Ne aşamada şimdi Akkuyu? Bir temel atma töreni yapıldı…
Limanla ilgili temel atıldı. Şimdi bazı sorunlar var orada, hükümet de bunları gayet iyi biliyor. Bir; Rusya’ya alım garantisi verdiler. “15 yıl boyunca nükleer santralden üretilecek elektriği biz 12,35 dolar sentte, kilovatsaat başına almayı garanti ediyoruz” dediler. Bu, çok iyi bir şey Rus şirket için.
Peki bu rakam, diğer elektrik kaynaklarıyla kıyaslanınca yüksek değil mi?
Yani iki katı! Türkiye’de şu anda spot piyasada elektrik 6 dolar sent civarında. Bir de şöyle kıyaslayabilirsiniz; rüzgâr enerjisine de alım garantisi veriliyor. Rüzgâra verilen 7,3 dolar sent. Hem de 10 yıl alım garantisi. Nükleerde ise 15 yıl boyunca 12,35 dolar sente alıyor.
Rusya niye bunu bizim topraklarda yapıyor?
Bunu Türkiye Cumhuriyeti’ne sormak lazım. Ruslar uzun zamandır nükleer teknolojiyi bir ihraç malzemesi yapmak ve satmak istiyor. Rosatom, devlet şirketi zaten. Ne yazık ki kendisine Pakistan, Hindistan ve Çin dışında, özellikle Batı Avrupa’dan kolay müşteri bulamıyor. Üstelik diğerlerine göre ucuz fiyat vermesine rağmen. Türkiye onlar için çok önemli bir pazar. Bir anlamda Rus teknolojisinin yayılmasını sağlayacağını düşünüyorlar. İhaleye de bir tek Rus firma teklif verdi zaten. Şartname o kadar zayıftı ki, kurallar o kadar belirsizdi ki, kim denetleme yapacak, kim kontrol edecek, hiçbir şey belli değildi, Batı firmaları ihaleden çekildiler. Sadece Rus firma gözü kapalı bir şekilde buna girmeyi kabul etti.
Peki, yapılacak mı?
Olmayacak tabii ki! İşin doğasına aykırı bir durum halini aldı. Biz Ruslarla Akkuyu’yu imzaladığımız zaman dolar kuru, bugünün neredeyse iki katının altındaydı. Hükümetin şimdi hiç konuşmak istemediği konular bunlar. Dolar üzerinden alım garantisi verdiler ama biz Türk Lirası kazanıyoruz. Daha nükleer santralin çivisi çakılmadan yüzde yüz zam geldi zaten! Ayrıca karşılaştırdığınız teknolojiler, size neredeyse yarı fiyatına elektrik sunuyorlar.
Anlaşmadan geri dönmek mümkün mü?
Bazı tazminatlar ve şerhler koydu Rusya tabii ki. Onlar da biraz kapalı, bilmiyoruz. Bir tarafta Putin’in olmasının, Türkiye için şans olduğunu düşünüyorum. Bir sürü doğalgaz anlaşması ve ticari anlaşmalar var. Belki çok ucuz bir tazminatla iptal edilebilir. Çünkü karşıdaki eğer çok büyük bir şirket olsaydı, tahminen sonuna kadar gidip, çok büyük tazminatlar ödemek zorunda kalırdık. Örneğin, Nabucco için Avusturya şirketi dava açtı Türkiye’ye, tazminat istiyor. Bakın bunların hepsi yanlış projeler. Hükümet nükleerde de “bir bahane bulsam da şu nükleerden kurtulsam” diyordur. Bunu açık olarak söylemeyecekler. Çünkü kendilerini politik olarak çok küçük göstereceği için…
Bu kadar anlamsız bir anlaşmaya imza atmak için ne yaptı Rusya? Hangi lobiler yönetiyor nükleeri?
Bu aslında her zaman zor bir soru. Ama şunu söyleyebilirim; Türkiye’yi hepimiz biliyoruz. Hükümetin, enerji politikalarını politik çizgiye göre ayarladığını düşünmüyorum. Bu iş bir ticaret işi. Şunu hatırlamak lazım, Akkuyu ihalesi 20-25 milyar dolarlık bir ihale. Türkiye’deki bütün projelerin nasıl yapıldığını düşündüğünüzde, bunun neden bu kadar zorlandığını anlayabilirsiniz. İkincisi de şu tabii; akıl veren kişilerin içinde ciddi anlamda kendini nükleere inandırmış ve biraz da kendini gerçeklere kapatmış insanlar var. Bazen art niyetli de olmayabilirler, lobinin bir parçası da olmayabilirler, bunu bilemeyiz. Yorum yapmak da benim için çok zor. Ama şunu biliyorum, Almanya nükleer santrali kapatma kararı aldığı zamanlarda, enerji gruplarında tanıdığım insanlar “Yok canım böyle bir şey, onlar kapatmayacak.” diye yazdılar. Şimdi takır takır santraller kapatılıyor Almanya’da. O kadar cahilce ve o kadar fütursuzca yönlendirmeler yapılıyor ki, bunlar da hükümete yakın insanlar. Gerçekten yanlış yönlendirildiklerini düşünüyorum.
Fukuşima kazasının bize neler göstermesi gerekiyor?
Nükleer sanıldığının aksine, çok basit bir güvenlik mekanizmasına dayanıyor. Reaksiyonu başlattığınızda, o reaksiyonu durdurmak için tek yapmanız gereken bir yerden enerji bulmak ve o enerji sayesinde reaksiyonu durdurmak ve bunun için sürekli su pompalamak. Aynı şey yakıt havuzunda bekletilen yakıtlar için de geçerli. Onlar da en az 10-15 sene boyunca devamlı soğutulmak zorunda. Çünkü nükleer reaksiyonu başlattıktan sonra durduramıyorsunuz. Ve bunu yapmanız için de enerjiye, yani elektriğe ihtiyacınız var. Fukuşima’da pek anlatılmayan aslında buydu. Depremden sonra güvenlik sistemleri devreye giremedi. Nedir o güvenlik sistemleri? Santrale giden elektrik kesildi. Halbuki elektriğe ihtiyacı var santralin. Bütün nükleer santrallerdeki ikinci güvenlik sistemi, dışarıdan elektrik alamadığınızda, dizel jeneratörlerdir. Yaklaşık dört tane dizel jeneratör. Bunlar çalışırsa elektrik üretir ve siz su pompalamaya, yani soğutma işlemine devam edersiniz. Tsunamiyle o dizel jeneratörlerin hepsi su altında kaldı. Şimdi Akkuya’da kurduğumuz sistem de bundan farklı değil. Tsunami olmayabilir; bakın bir deprem oldu. Santraldeki insanların nasıl davranacaklarını bilemiyorsunuz, panikle yanlış işler yapabilirler. Çünkü nükleer santraller herhalde depremi yaşamak için en kötü yer. Bu insanların ne kadar eğitim aldığını falan tartışmak bile yersiz. Bir; kullandığınız Rus teknolojisi; Rusya kendi ülkesinde böyle büyük depremlere sahne olmamış bir ülke. İki; bu deprem olduktan sonra elektrik kesildiğinde o dizel jeneratörlerin çalışması lazım. Bununla ilgili nükleer enerji tarihi, karanlık noktalarla dolu. Size yine güvenliği Japonya kadar iyi İsveç’ten bir örnek vereyim. Forsmak nükleer reaktöründe dışarıdan bakım yaparken, santrale giden elektrik kesildi. Jeneratörlerin devreye girmesi gerekiyordu. Üç tanesi devreye girmedi. Dördüncü jeneratör son anda manuel olarak elle döndürüldü. Yoksa Çernobil oluyordu! Bu kadar ince bir çizgiden bahsediyoruz. Fukuşima’nın bize öğrettiği şuydu; nükleer santrallerin güvenliği dört tane dizel jeneratöre bağlı. Bunun başka bir alternatifi yok. Ve Japonya gibi, İsveç gibi, Almanya gibi, güvenlik kültürü yüksek bir ülkede dahi kaza riski sıfırlanamıyor. Olduktan sonra da durduramıyorsunuz.
Greenpeace, “Fukuşima’da riskler biliniyordu ama göz ardı edildi” yönünde rapor verdi. Japonya bile riskleri göz ardı ediyorsa…
Şöyle bir sorun var. Türkiye’de nükleer reaktör inşa edilmeye başlasa, bunu denetleyecek bir kurum bile yok.
Türkiye mi denetleyecek, Rusya mı?
ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi) raporu bile bir Rus şirketle beraber hazırlandı. Bütün her şey olmaması gerektiği gibi gidiyor. Türkiye’de inşaat izni yokken inşaat yapılıyor. Greenpeace fotoğrafladı bunu. Mahkeme kararı var. Kim denetliyor? Türkiye Atom Enerjisi Kurumu mu denetleyecek? Bu, Enerji Bakanlığı’na bağlı bir kurum. Ve buradaki kaç kişi Rus tipi bir nükleer santralde çalışmış, yeterli tecrübeye sahip veya inşaatında bulunmuş?
Temel atma töreninde eylemciler kapıyı kilitlemişti, onu bile açamadılar, mahsur kaldılar orada…
Bir kaza olduğunda, Mersin bölgesindeki 1 milyon insanı nereye götüreceksiniz? Nasıl taşıyacaksınız? Bunlar dakikasında olması gereken şeyler. Çernobil’e gittiğimde gördüm, bir helikopter yığını vardı. Türkiye’de kaç tane helikopter var? O santralin üzerinde dolaşıp oraya kum dökecek. Yangın söndürme helikopterlerinin sayısı belli, 20 tane falan. Çernobil çok büyük bir kazaydı ama inanılmaz fedakârlıklar yapıldı. O işten kurtulan itfaiyecilerle konuştuk. “Sovyet Sosyalist Birliği olmasaydı mümkün değildi” diyorlar. Oraya 800 bin tane “tasfiyeci” denilen insan götürdüler. Onları ölüme gönderdiler aslında ve o insanlar, o rejim içerisinde buna karşı gelmediler. Madem bu işi yapacaksınız, gelin konuşalım bunları. Acil durumda ne yapacaksınız? Kim kontrol edecek, kim bakacak, kim bağımsız denetleme yapacak? Hiçbir şey belli değil. Bir gazoz fabrikası kurar gibi nükleer santral kuruluyor. Türkiye’de bir sürü örnekteki gibi ambulansın gelememesinden tutun yanlış yapılan binalara, metro inşaatında demirlerin vagona girmesinden iş kazalarındaki kötü istatistiklere kadar bu işin doğru olamayacağını anlıyorsunuz. Bizim bu kadar riskli bir işe, hele ki kontrol edemediğimiz, yabancı bir şirketin para kazanacağı bir işe, ona güvenerek girmememiz lazım. Ki girmemize de gerek yok, başından beri onu söylüyoruz. Türkiye’de elektrik enerjisini katbekat üretme potansiyeli var.
Yenilenebilir enerjide neredeyiz?
Biraz zayıfız. Çok geriden geliyoruz. Rüzgârda biraz gelişme var. Ama nereden baksanız, potansiyelle kıyasladığınızda çok gerideyiz. Türkiye elektrik tüketiminin yüzde 3’ünü rüzgâr ve jeotermalden karşılıyor. Çok kötü bir oran değil. Bütün bu söylediğim rakamlar Enerji Bakanlığı’nın resmi rakamları. Bakanlık bir araştırma yaptırdı; Türkiye’de güneş enerjisi potansiyeli yılda 380 milyar kilovatsaat. Türkiye şu an ne kadar elektrik tüketiyor? 255 milyar kilovatsaat! Şu anda biz, 4 bin megavat civarında rüzgâr kurulu gücü kurduk. Ne kadar kurulabilir? Enerji Bakanlığı’nın kabul ettiği –rakam, ki bu 10 yıl önceki verilere dayanıyor- ekonomik potansiyel 40 bin megavat. Yani bunun 10 katı rüzgâr kurulu gücü kurabiliyoruz.
Aslında Türkiye’nin, söylenenin aksine enerji ihtiyacı yok demek ki…
Bütün bu yanıltma bence çok anlaşılır bir nedene dayanıyor. Hepsi termik santrallere göre, nükleere göre daha basit, daha yerli kaynaklar. Biz çevreciler olarak aslında hükümetin savunması gerekeni savunuyoruz. Şunu söyleseydik, belki insanlar bize kızabilirdi: “Temiz enerji ama dışarıdan geliyor, benim için çevre önemli.” Buna rağmen, örneğin geçmiş enerji bakanı durmadan şunu söylüyor: “Biz dışarıya enerji ithalatı için 50-60 milyar dolar para veriyoruz.” Biz de diyoruz ki, vermeyin! Daha az doğalgaz alalım, yerli kaynak rüzgâr ve güneş gücü kuralım. Daha az petrol kullanmak için yapılması gerekenleri yapalım. Onu hiç konuşmuyorlar, çünkü otomobil lobisini rahatsız etmek istemiyorlar. Mesela köprü, otoyol yapmalarını haklı çıkarmak için petrolü hiç konuşmazlar. 13 yıldır bu masalı dinliyor Türkiye. Yine Kalkınma Bakanlığı’nın raporlarında da var bu; Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyelinin yüzde 20-25 olduğunu söylüyorlar. Bu ne demek? 250 milyar kilovatsaat elektrik mi tüketiyorsunuz, dörtte birini tüketmeyebilirsiniz. Akkuyu’daki nükleer santral tam kapasite çalışırsa, 35 milyar kilovatsaat elektrik üretecek. Yani biz tasarruf edersek, daha verimli teknolojilerle kullanırsak, dışarıdan alacağımız doğalgazı azaltabileceğimiz gibi, nükleere de gerek kalmayacak.
Biz bireysel olarak nasıl enerji tasarrufu yapacağız?
Bunun bin tane yolu var. Ben hep kendimden örnek veriyorum. Benim elektrik faturalarım 40 lirayı geçmiyor. Çok basit şeyler yapıyorum. Hem anneannemin söylediklerini yapıyorum hem de modern teknikler kullanıyorum. Buzdolabımı A+++ aldım. Buzdolabınızı en verimlisinden alırsanız, ciddi tasarruf sağlıyorsunuz. Çünkü elektrik faturanızın yüzde 30’u tamamen buzdolabı. İkincisi, nereye koyduğunuz çok önemli. Güneş gören bir yere koyuyorsanız, haliyle daha fazla çalışacak. Sonra verimli ampullere geçin. Koridor gibi çalışma alanı olmayan yerlere, eski deyişle 30-40 vatlık ampuller takın. Televizyon gibi elektrik aletler çok fazla var. Çoğunlukla da hepsi uzaktan kumandayla kapatılıyor. Bunlar yüzde 4-5 arasında elektrik tüketiyor gece boyunca. Çok basit bir yöntem var; çoklu prizler var, düğmeli. Akşam yatarken ışıkları kapatır gibi bu prizi kapatın. Mümkün olan yerlerde ben verimli aletler kullanıyorum. Su ısıtıcısını içmeyeceğim kadar doldurmuyorum. Bir de tabii bazı gereksiz şeyleri ben hayatımdan çıkardım. Mesela ütü gibi. Ütü yapmıyorum. Gömlek yerine tişört giyiyorum mesela. Şirketlerin de bu konuda anlayışlı olması gerekiyor bence. Çarşaf, çorap, atlet, iç çamaşırı gibi eşyaları ütülemesinler. Gerçekten ütülemenin sebebi eskiden mikropları öldürmekti. Artık makineler istediğiniz gibi temizliyor. Çamaşırları 40 derecenin üzerinde yıkamanın da hiçbir anlamı yok. Bir de tabii ışıkları kapatmak gibi alışkanlıkları edinmek gerekiyor.
Protestoların çoğuna baktığımızda; çevreci kuruluşların ve aktivistlerin önayak olmasıyla bu işler büyüdü. Ama HES’lerde böyle olmadı. Orada halk kendisi ayaklanarak, HES’lere karşı çıkmaya başladı. Bunun sosyolojik bir nedeni var mı?
Bizim ülkede çok net bir şey var. Görülmeden inanılmaz. Santrale gittiğinizde koca bir tesis görüyorsunuz ama bacasından su buharı çıkıyor. Rutin radyasyon veriliyor aslında ama insanın gözle görmesi mümkün değil. HES’lerde insanlar yaşadıkları yerde ağaçların kesildiğini görüyor. Bizde zaten çevrecilik, ağaç kesmeyle özdeşleşmiş durumda. Mesela çevreyi koruduğunu savunan biri bile “Kestiğim kadar dikeceğim.” diyor, halbuki yetişmiş bir ağaç ile dikilen fidanın karşılaştırılması bile mümkün değil. Bunu ancak çevreyi anlamayan biri söyleyebilir. Çernobil’den sonra Karadeniz’de ne olduğunu aslında çok iyi biliyoruz. Ama hükümet istatistik tutmadığı için, 86’dan önce verileri olmadığı için ortaya çıkmıyor. Kanserden ölümleri “Zaten sigara da içiyormuş.” gibi argümanlarla açıklıyorlar. Bizim elimizde toprak analizleri var, çaylardaki radyasyon oranları konusundaki veriler var. Sağ olsunlar İnci Gökmen ve ODTÜ’den hocalar araştırdılar ve çok cesur bir şekilde ortaya koydular.
Çok iyi Beşiktaşlı olduğunuzu biliyoruz, spor yazıları da yazıyorsunuz. Çarşı’nın İnönü’de astığı “Çarşı nükleere karşı” pankartında sizin etkiniz var mı?
Onu Greenpeace’deki arkadaşlarla birlikte hazırladılar. Çarşı’nın reflekslerini her konuda takdir ediyorum. Ama Beşiktaşlı olmak, o stada gittiğinde o taraftar kitlesiyle beraber olmak bambaşka bir şey. Çarşı, nükleer karşıtı eylemlere de geldi, çevre hareketine destek oldu birçok yerde. Bence Beşiktaş’ta özel bir şey var, belki bunu açıklamak sosyolojinin de ötesinde. Ama ben Beşiktaşlı olmaktan gurur duyuyorum.
Gezi de sivil itaatsizlik eylemi ile başladı, nasıl buldunuz eylemleri?
Sivil itaatsizlik eylemleri arasında Gezi’deki “duran adam”, bana en yakın olan ve beni en çok etkileyen eylemlerdendi. Sivil itaatsizlik eylemlerinde, polisler bizi göz altına almak isterlerse, yere yatarız. Polis bizi taşımak isterse karga tulumba taşır. Bu çok eziyetli bir şeydir polis için ve kızar da bunu yaptığın için. Bu insanlara çok ilginç geliyor. Halbuki yapılan eylemin tek bir yolu var, şiddetsiz olmalı. Bizde hâlâ sizi gözaltına almak isterken, itiş kakış oluyor. Bu da şiddeti doğuruyor. Bunun bizde oturması lazım. O yüzden ben “duran adam”ı çok sevmiştim.
Merak ediyorum, yola çıktıktan sonra pişman olmuş muydunuz?
Yok, hayır… Şunun için çok iyi oldu diye düşünüyorum. İnsanlarla birebir iletişim kurmamı sağlayan bir eylemdi. Bütün yol boyunca köy kahvelerinde durdum, insanlarla sohbet ettim. Taşucu’ndan sonra da rahmetli babam son beş gün sırt çantamın yükünü almıştı ve arabayla beni kampa götürüp sabah geri getiriyordu, çünkü çadır kuracak yer bile yoktu. Çok zor bir bölümdü. Diğer bölümlerdeki zorluk, sesimin kısılmasıydı. Çünkü her kahvede duruyordum. Film gibi bazı sahneleri; geri geri yürürken kahvedeki insanlar okey oynarken duruyordu ve sessizlik oluyordu. Ben merhaba deyince, “Oo Türk’müş” diyorlardı ve hemen soru sormaya başlıyorlardı. İstesem kahveye gidip, “Pardon size bir şey anlatmak istiyorum.” desem olacak şey değildi.
Korktunuz mu hiç?
Hayır, çok inandığım bir şey yapıyordum. Korkmak bile aklıma gelmedi. Yerel medyada çok ilgi çektiği için, bana kimse müdahale edemezdi diye düşünüyorum. Bir kere bir kamyondan bir çocuk taş attı, “Niye öyle yürüyon lan?” dedi. Ben de “Kafama gelse hiç öğrenemeyecektin.” dedim. Şimdi olsa sosyal medya aracılığıyla daha kitlesel bir harekete dönüşebilirdi. “Bugün tekrar yapabilir miyiz?” diye düşünüyorum bazen. Her gittim yerde belediye başkanlarıyla konuşuyordum, eyleme davet ediyordum. O yüzden Akkuyu’daki eylem en büyük eylemlerden biri oldu. Benim derdim, yöre halkının haberinin olmasıydı. Amacım ünlü olmak ya da rekor kırmak değildi. Şimdi koşulları değerlendirmek lazım, başka şeyler yapılabilir. Hâlâ çıkarılabilecek fikirler var.