Benzersiz Bir Hayat
Bulgar Kralı II. Simeon
6 yaşında kral oldu.
Kimi aile üyeleri Komünist Parti döneminde kurşuna dizilince 9 yaşında sürgün olarak ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Çocukluğu, İstanbul üzerinden gittiği İskenderiye’de, gençliği Madrid’de geçti.
Bir gün, aklından ve kalbinden hiçbir zaman çıkarmadığı Bulgaristan’a geri dönme umudunu asla yitirmedi. Ve 1946 yılında sürgün edildiği ülkesine 50 yıl sonra, 1996’da geri döndü.
Kurduğu siyasi hareket 2001 genel seçimlerinden zaferle çıkınca bir mucize gerçekleşti: Sürgün kral Başbakan oldu.
Simeon Saxe-Cobourg-Gotha, Simeon Sakskoburggotski ya da daha bilinen adıyla II. Simeon’un (ona Mr. Europe da deniliyor) hayatı Avrupa tarihinden dünyaya açılan bir pencere adeta. Yaşamı ve verdiği mücadelede de Bulgaristan’ı hak ettiği refah seviyesine çıkarma mücadelesi. Ve bu benzersiz yaşamın kesiştiği Kraliçe Elizabeth’ten General Franco’ya, sâbık İspanya kralı Juan Carlos’tan İran Şahı Pehlevi’ye ve Fas Kralı II. Hasan’a kadar pek çok isim…
Zamanın süzgecinden sabırla damıtılmış düşünceler ve benzersiz bir hayat.
Suskunluğun Yükü
Suskunluğun Yükü, Osmanlı-Türk Dönmeleri hakkında bugüne kadar yazılmış en kapsamlı ve derinlemesine araştırma.
Selanikli Dönmeler her zaman merak uyandırdı. Dönmeleri saran sır perdesini aralamaya çalışanlar isimlerin tespitiyle, komplo teorileriyle ilgilendiler çoğu zaman. Ancak Dönme kimliğinin doğuşu ve yüzyıllar içindeki evrimi etraflıca hiç anlatılmadı.
Suskunluğun Yükü 17. yüzyılda Haham Sabatay Sevi’nin başlattığı hareketi, dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan etkileriyle ele alıyor. Dr. Cengiz Şişman, Sabatay Sevi’nin 1666’da İslam’ı seçmesiyle doğan Dönme toplumunun gizli Yahudi-İslami kimliğinin nasıl oluştuğunu, dönüştüğünü ve bugün nerede durduğunu zengin bir araştırmayla ortaya koyuyor.
“Ben kim miyim? İnandığı dini kimselere söyleyemeyen, hep susmak ve içine gömmek zorunda kalan şanssız biriyim… Kim olduğumuzu, gerçekte neler yaşadğımızı, suskunlukla içimize gömmek ne zormuş… Suskunluk… Hep suskunluk…”
Edebiyatta Mimarlık
“Edebiyatta Mimarlık”, mimarlığın edebiyatla ilişkisini irdelemek ve başta tasarımcılar olmak üzere mimarlığa ilgi duyan tüm okuyucular için yepyeni algı kapıları açmak amacıyla kurgulandı. Mimarların, edebiyatın önemli yapıtlarında, önemli yazarlarca yaratılmış mekân kurgusunu içselleştirdikleri takdirde emsalsiz bir imge ve düş dünyasına ulaşacakları ve bu deryada bulduklarıyla yapıtlarını çok daha nitelikli ve değerli bir noktaya taşıyacakları öngörüsüyle hazırlandı.
Mimar, sanatçı, felsefeci ve akademisyenlerden oluşan 55 önemli ismin katkı koyduğu “Edebiyatta Mimarlık”, Hikmet Temel Akarsu ve Nevnihal Erdoğan’ın yaklaşık yedi yıllık sürede hazırladıkları bir projenin sonuç ürünü. Kitapta, dünya ve Türk edebiyatından yaklaşık 100 önemli yazarın mimarlığa vurgu yapan edebi yapıtları; Mimarlığa Referans Veren Klasikler, Mimarlıktan İlham Alan Romanlar/Mimarlığa İlham Veren Romanlar, Seyahatnameler ve Biyografik Seyahatnameler, Ütopyalar, Bilimkurgu ve Distopyalar gibi kategoriler altında incelendi ve her yapıtın mimari evreni Türkiz Özbursalı’nın çizimleriyle canlandırıldı.
Bir tür okuma kılavuzu niteliği de taşıyan kitabı okumanın sadece mimarlar, tasarımcılar, şehir plancıları, sanatçılar için değil yaşanılabilir, iyi tasarlanmış çevreler arzulayan, kentli bilincine sahip herkes için elzem olduğunun altını çizen Akarsu ve Erdoğan, Edebiyatta Mimarlık’ın neden mutlaka okunması gerektiğini şöyle açıklıyorlar:
“Kitapta yer verilen eserler, hayatı en açıklayıcı yönleri ve mimari arka planlarıyla birlikte ortaya koymuşlardır… Geleceğin kentlerini sağaltmak, güzelleştirmek ve daha yaşanır kılmak için bu şaheserleri dikkatlice okumak, duyumsamak, özümsemek gerekmektedir.”
Hüküm
İstanbul 1920.
İşgal altındaki şehirde nereye, kime yakın olduğu belli olmayan isimsiz bir teşkilat suikastlar, sabotajlar düzenlerken belirli kişileri takip altına almakta, bir yandan da siyasi bakımdan adı duyulmamış insanları bünyesine katmaktadır.
Türker Armaner bu romanında “hain” ile “kahraman“ arasındaki çizginin belirsizleştiği, birbirine dönüştüğü, ihanetin her an ortaya çıkabileceği puslu bir havada geçen gerçeküstü bir öykü anlatıyor.
Yıldızlı Gece
Bakışlarından okunan tam da buydu. Haklıydı bir bakıma. Yaşamak ile görmek, gördüğün üzerine düşlemek farklıydı. Dün gece, İhsan’ın kaldığı lojmanın penceresinden dışarıyı izlerken tam karşımda duran dağın doruğu Van Gogh’un yıldızlı gecelerine götürmüştü beni. Yıldızlar, esen rüzgârla bir olup dağın çevresinde dönüyorlardı sanki. Ona, dağın tepesine gece vakti hiç çıkıp çıkmadığını sormuştum. Umursamaz bir tavra bürünüp kısa bir yanıtla geçiştirmişti sorumu.
“Çıkmadım”
Hiç çıkılmaz mı, gidilmez mi?
Karanlık bir gecede yıldızlarla bir olunmaz mı?
Kar beyazı bir yeryüzü ile yıldızlı bir gökyüzü arasında kalınmaz mı?
Odunları daha tutuşmadan yutan sobalı oda, aslan pusuda, geyik yavrusuyla tedirgin, onlar da odada…Kapının ardında Karakoncolos Fırtınası, pencerede Yıldızlı Gece, bitmeyen, uzun bir kış. Uzaktaki kayalıklardan bakan kurtlar, karacalar, tilkiler, vaşaklar, gece kuşları, baykuşlar, yarasalar, ayıboğanlar…
Havada Kaçağın Külleri ve is kokusu… Doğu Ekspresi unutulmuş, yitik bir yola sapmış; tek yolcusu yabancı, en çok da kendine…
Kar beyazın yuttuğu, örttüğü, kış cinine teslim bir dünya. Beyazlar içinde bir düş ülkesi. Lapa lapa yağan karın, tipinin, boranın söndüremediği gözlerden uzak bir yangının külleri havada dönüp dururken, Mehmet Sait Taşkıran masalsı bir dille anlattığı öyküleriyle okuru unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor.
Yolları özleyenlere…