“Biri makine diğeri uçak mühendisi olacaktı”
Kerem Yücel’in fotoğrafladığı Serdar Korucu’nun metinlerini yazdığı Suriyeli mültecilerin yeni hayatlarını gözler önüne seren bir fotoğraf kitabı Misafir…
“İki oğlumuz da Suriye’de üniversiteyi kazanmak için çok uğraştı. Biri makine diğeri uçak mühendisi olacaktı. Savaş nedeniyle okullarını bıraktılar. Şimdi gündüzleri AVM’de çalışıyorlar. Geceleri ise üniversitedeler. Eğitim için değil. Temizlik yapıyorlar.”
“O güne kadar Suriye’den kaçanlara mesafem bir fotoğrafçı olarak otele döndüğümde bitiyordu. Yağmur, çamur… ama sonrasında sıcak bir kahve, sıcak bir duş ve otel odası. Benden istenen, hikâyeleri ve yaşananları fotoğraflamamdı. Fakat o gün çamurun içinde çuvalın üzerine üç tane koliyi koymuş çekmeye çalışan on yaşlarında bir çocuk gördüm. Fotoğraf makinemi bırakıp kolilerden ikisini ben yüklendim. Onunla birlikte sığındıkları eve kadar çamurun içinde ve uzunca bir yolu yürüdüm. Bir ev bile diyemeyeceğim kerpiçten binanın kömürlüğünde bekleyen insanların yanına vardık. Dağ gibi bir adam yardım paketini görünce ağlamamak için kendini zor tuttu ve eridikçe eridi. O gün benim fotoğrafçılığımın otel odasına dönene kadar bitmediğini anladım. Benim fotoğrafçılığım her biri bana umutlarını ve hayallerini anlatıncaya kadar ve benim kim olduğumu, nereden geldiğimi ve onlardan ne alıp ne verebileceğimi öğreninceye kadar devam edecekti.”
Endişeli gözler, tedirgin duruşlar, kabuk bağlamış özlemler, hayattan kovulmuş insanlar… Mültecilerin yaşadıklarına dram deyip geçiveriyoruz bazen, başımızı çevirmek kolay geliyor. Oysa yanı başımızda hayata tutunmaya çalışanlar aslında çok da bir şey beklemiyor bizden. gözlerine bakalım istiyorlar, ellerini tutalım, sözlerini dinleyelim. İşte Misafir bu bakışın kitabı. Suriye’den kaçıp bize sığınmış insanların nerede, nasıl yaşadıklarının tanığı bu kitap. Misafir’de anlatılan onların, ama cesaretimiz varsa, bizlerin de hikâyesi.
Uzun yıllar zor coğrafyalarda fotoğraf çeken Kerem Yücel, Suriyeli mültecilerin ülkelerini terkedip Türkiye’ye sığındıkları ilk zamanlardan beri yaşamlarını fotoğraflıyor. Doğdukları yerleri terk ederek, yeni bir yaşama başlayabilmek için Türkiye’ye sığınan mültecilerin yaşadığı zor şartlara tanıklık eden Kerem Yücel, daha sonra bu hikayelerin peşini bırakamadı ve onların zor yaşamlarına ortak oldu. Kerem Yücel ile ekmeklerini bölüşen mülteciler yaşadıklarını bizlere anlatabilmek için Yücel’in objektifinin karşısına geçtiler.
Her bir fotoğrafın farklı bir hikâye anlattığı bu kitapta metinler de Serdar Korucu’ya ait.
Bir batılının Kuzey Kore’ye ziyareti…
Çizgi romanın önemli isimlerinden Guy Delisle’in 2003 yılında yayımladığı Pyongyang Türkçe çevirisiyle raflarda… Kuzey Kore halen dünyadaki en tanımlanamaz, gizemli ülkelerden biri. Orada neler olup bittiğini kimse tam olarak bilmiyor. 2001’in başlarında bir animasyon şirketinin çalışanı olarak ülkeye girilmesine izin verilen Fransız çizer Guy Delisle, ülkeye sokulan birkaç Batılıdan biri. Başkentte geçirdiği iki ay boyunca Delisle kültürün ve Kuzey Korelilerin yaşantılarından görebildiği kadarını gözlemleyerek Pyongyang’ı yarattı. Pyongyang bize biraz olsun Kuzey Kore’de ne işler döndüğünü anlatıyor.
İnsan başka bütün umutları bittiğinde, hiç utanmadan ölmeyi isteyebilir…
Alzheimer’lı bir yazarın kendini küçük bir hastane odasında öncesiz buluşuyla başlıyor her şey…
Ve genç bir kadınla konuşmaları, ses kayıtları ve notlarıyla yavaş yavaş açılıp çiçekleniyor…
Sonra iç içe hikâyeler geliyor; korkulara, arayışa, geçmişe, aşka, ölüme, hayata dair…
Bütün bilinmezliklerin cevabı ise hastanenin genç doktorunda belki de…
2005 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Günhan Kuşkanat’tan yeni bir “huzursuz” roman…
Zulüm yılları…
Nazi döneminin hemen öncesinde doğan benim kuşağımdan tarihçilerin çoğu, o yılların olayları arasında yol alabilmek için sadece herhangi bir ortak tarih araştırması ve yorumu yapmanın yeterli olmayacağını, aynı zamanda, kendi yaşamlarımızdaki belirleyici unsurlarla da hesaplaşmanın ve yüzleşmenin gerekeceğini, açık veya örtülü olarak kabul ederler.
Tarihçi Saul Friedländer’in eseri, Yahudi soykırımı hakkında bir başyapıt olmanın yanında, Nazi ideolojisini ve iktidarını anlamak için anahtar kaynaklardan biridir.
1933-1939 arası dönemi ele alan bu ilk cilt, Nazi Almanyası’nda yaşamını sürdürmeye çalışan Yahudiler etrafındaki çemberin gitgide daralışını anlatıyor. Okura bu daralmayı hissettiren inanılmaz ayrıntılı bir tasvirle, bir korku rejiminin tablosunu çiziyor. Giderek takıntılı hale gelen bir takibat… Kurbanların çaresizliği… Kâh eğlenerek kâh korkarak olup biteni izleyen “seyirci” kitlesi… Kitap, nasyonal sosyalist Yahudi düşmanlığının, o zamana kadarki “geleneksel” anti-semitizmle farkı üzerinde duruyor. Nazi fanatizminin, nasıl bir girdap gibi felaketi derinleştirdiğini gösteriyor bize.
Friedländer, kurbanların korkularına ve çektikleri ezaya da dikkat eden, onları da konuşturan bir tarih yazımı yöntemini benimsemesiyle de dikkat çekiyor.
Yaratıcılık, zekâ ve mizahla dolu benzersiz anlatım
Bir günü 25 saat olarak algılamasına sebep olan tuhaf bir rahatsızlıktan mustarip Londralı bir genç, korsan radyo istasyonunun vericisini korumakla görevli bir teriyer, güzelliği uyuşturucu kadar etkili –ve tehlikeli– genç bir kadın, birdenbire Londra sokaklarında beliren tilkiler, gün ortasında sokakta Burmalı avlayan beyaz minibüsler, karanlık amaçları olan bir maden şirketi ve tüm bunların birleştiği yerde, Güney Londra’nın eğlence hayatına sağlam bir giriş yapan gizemli uyuşturucu Glow.