Son dönemin dikkat çeken filmlerinden “Nefesim Kesilene Kadar”, bir tekstil atölyesinde ortacılık yapan Serap’ın hikâyesini anlatıyor. Emine Emel Balcı’nın ilk uzun metrajlı filminde Serap rolünde karşımıza Esme Madra çıkıyor. Pera Güzel Sanatlar Lisesi’nin ardından Mimar Sinan Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde eğitimine devam eden Madra’nın sinema serüveni, henüz 14 yaşındayken başlıyor. Barış Pirhasan’ın 2001 yılında çektiği “O da Beni Seviyor”da oynayan Madra’nın hafızalarda yer eden filmi hiç kuşkusuz, yurt içinde de yurt dışında da çok beğenilen, Seren Yüce’nin yönettiği “Çoğunluk”. Filmdeki performansıyla Yeşilçam Ödülleri’nde “En İyi Genç Yetenek”, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde “Genç Cadı” ödüllerini kazanan oyuncuyu ardından, Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yönettiği “Zenne”nin kadrosunda görüyoruz.
Esme Madra, “Nefesim Kesilene Kadar” ile Frankfurt Türk Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nü aldı. Güney Kore’de yapılan ve Asya’nın en prestijli festivalleri arasında gösterilen 16. Jeonju Film Festivali’nden “Özel Mansiyon” ile döndü. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması “Kristal Kayısı En İyi Oyuncu Ödülü”nü ise Ece Dizdar’la paylaştı. Filmin festival yolculuğu hızla devam ederken, Madra ile Serap karakterini konuştuk. Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda buluştuğumuz genç oyuncu, İstanbul’a dair hislerini de anlattı.
Küçük yaşlarda oyunculuğa başladınız. Buna karşılık filmografinizde çok fazla film görmüyoruz. Gelen teklifleri ince eleyip sık dokuduğunuzu söyleyebilir miyiz?
İlk oynadığım filmde çok küçüktüm, okulum vardı zaten. Liseden itibaren aslında arka arkaya kısa filmlerde ve uzun metraj filmlerde oynamaya başladım. Bana sinema filmleri pek de az gelmiyor doğrusunu söylemek gerekirse. Film çekmek uzun süreçlerden geçmek demek, o yüzden de böyle oldu. Ama tabii seçici davrandığım düşüncesi de çok yanlış olmayabilir.
Tiyatro oyunu ya da sinema filmi, bir proje geldiğinde nelere dikkat edersiniz?
İkisinde de tek dikkat ettiğim şey, yazarın ve yönetmenin nasıl bir niyeti olduğu, kafasının gerçekten yaptığı işte olup olmadığı ve tabii bir de bakış açımızın tutup tutmadığı. Ama keskin çizgilerim olduğunu düşünmüyorum bu konuda.
“Nefesim Kesilene Kadar”daki performansınız çok beğenildi. Serap, gündelik hayat telaşında çok fark edilmeyen ya da görmezden gelinen bir kadın; özdeşleşmesi kolay olmayan bir karakter. Nasıl çalıştınız Serap karakterine?
Hazırlık süreci çok uzun ve keşiflerle doluydu. İçine girdikçe, derinleştikçe bir sürü halini keşfettiğim bir karakter Serap. Çünkü dışarıya çok kapalı. Kapısını, açmak istediğine açıyor sadece. Yönetmenimiz Emel Balcı’yla ve görüntü yönetmeni Murat Tuncel’le çok prova yaptık. Filmin diğer oyuncularıyla da. O prova süreci çekimler sırasında büyük bir güven sağladı bana.
Siz nasıl yorumluyorsunuz Serap’ı, yaşam mücadelesini?
Serap zor biri kesinlikle. İçe dönük ve keskin biri. İçinde bulunduğu durumlar onu böyle şekillendirmiş. Mücadele ediyor; hiçbir zaman, hiçbir koşulda “Artık yapacak bir şeyim kalmadı” diyeceğini düşünmüyorum.
Cinsiyetçi bir çevrede, sağlıksız koşullarda ayakta kalma mücadelesi veren Serap zaman zaman “kötü” olarak değerlendiriliyor. Bu “kötü”ye sizin bakışınız nedir?
Çalışırken de oynarken de hiç aklıma bile gelmedi onu iyi ya da kötü olarak değerlendirmek. Herkes gibi bir sürü yönü var. Filmdeki diğer karakterlerden daha kötü olduğunu hiçbir şekilde söyleyemeyiz mesela. Ana karakteri sevmek istiyoruz herhalde film izlerken. Tam olarak sevemeyince böyle sorgulamalar başlıyor olabilir. Ama çevresindekilerle birlikte değerlendirmemiz gerekir o zaman da…
Ailesiyle, özellikle de babasıyla olan ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Babasından ihtiyacı olan “babalığı” göremediği için takıntılı bir şekilde peşinden gidiyor. Ama bir yandan da bu ilişkinin istediği gibi olmadığını anlayınca bunu kabullenemeyecek birisi değil Serap. Herkesle bağını koparabilmeye hazır olduğunu düşünüyorum. Ablası ve eniştesiyle bir ilişkisi olmaması zaten daha iyi.
Kameranın sürekli Serap’ı takip etmesi farklı bir deneyim oldu mu sizin için? Serap’ın kendi hayatına objektif bakmasını sağlayan bir etki oluşturmuş gibi; katılır mısınız?
Kamera objektifleştiriyor mu bilemem… Onu Emel’e ve seyircilere sormak daha doğru olur. Benim için görüntü yönetmeni Murat’la çalışmak çok yeni ve güzeldi. Çünkü gerçekten de kamerayla beraber hareket ettik film boyunca. Kamera, Serap’ın fiziksel olarak da bir parçası gibiydi .
Son yıllarda Türkiye sineması bir yükseliş yaşıyor. Kadın yönetmenlerin de bunda hatırı sayılır bir payı var. Siz nasıl buluyorsunuz bu gelişmeleri?
İçinden gerçekten gelen herkesin rahatça filmini çekebileceği bir ortam olması ümidindeyim hep. Kadın yönetmenlerin artması da tabii ki çok güzel ve heyecanlı bir durum.
Diğer yandan sansür tartışmaları eksik olmuyor. “Nefesim Kesilene Kadar” İstanbul Film Festivali’nden çekilmişti, şimdi de Antalya Altın Portakal Film Festivali sansür iddialarıyla gündeme geldi. Bu konuda neler söylersiniz?
Bu konuda söyleyebildiğim ve söyleyebileceğim tek şey, festivallerin kurumlardan bağımsız olmaları gerektiği. Kendi kararlarını alabilmeleri ve hayatlarına öyle devam etmenin yolunu bulmaları gerektiği. Zor da olsa olabiliyor, örnekleri var. “Sansür” denen şeyin devre dışı kalmasının tek yolu bu olsa gerek. “Sansür” ne zaman bir işe yaramış ki?
Günlükler, öyküler, kısa filmler… Yazıyorsunuz da bildiğim kadarıyla. Yazma eyleminin oyunculuğunuza katkısı neler?
Yazmanın oyunculuğuma nasıl bir katkısı vardır, bilmiyorum açıkçası. Belki yazarak kendimi araştırıyor, anlamaya çalışıyor ve inceliyor olduğum için oyunculuğuma oradan bir şeyler yansıyordur.
Gündeminizde yeni bir tiyatro oyunu, yeni bir proje var mı?
Evet var ama henüz konuşma aşamasında. O yüzden maalesef detay veremiyorum.
Tiyatro ve sinema oyunculuğu birbirinden farklı. İkisi arasındaki dengeyi tutturmak zor mu?
Farklılar evet ama ikisinin de gönlümde yeri ayrı. İkisinin de hayatımda olduğu zamanlarda dengemin yerinde olduğunu düşünüyorum (Gülüyor).
Özellikle bu dönemde filminiz nedeniyle birçok farklı ülkeye gidip geliyorsunuz. Yabancı bir kentte, vaktiniz de varsa, özellikle neleri keşfetmeyi seversiniz?
Şanslıyım bu konuda. Çok yer görme fırsatım oldu filmle beraber. Her ülkenin kendine has bir yapısı ve ruhu var. Benim de onlara karşı büyük bir merakım var. Gittiğim yerlerde kaybolmaktan büyük bir zevk alıyorum. Bir yere gitmeden o yerle ilgili program yapmak bana doğru gelmiyor. Çünkü henüz tanışmadığınız biriyle ilgili planlar yapmak gibi oluyor o. Gittiğim yeri anlamaya çalışarak dolanıyorum aslında.
İstanbul’a hangi duygularla dönersiniz peki?
Bu tamamen nereden döndüğüme göre değişen bir şey. Bazen dönmek istemiyorsun, bazen de döndüğüne çok seviniyorsun.
İstanbul’un “Hiç değişmesin” ve “Mutlaka değişmeli” dediğiniz özellikleri hangileridir?
Kentsel dönüşümün bizim şehrimizde uygulanan haline tamamen karşıyım! “Ekümenopolis” belgeselini izlemeyen herkese tavsiye ederim. Doğanın ölümünü ve insanların göçünü gerektirecek şekilde yapılan her şeye karşıyım. “İlerleme” adı altında yapılan şeylere de. İstanbul çok ama çok güzel bir şehir ve onun paralandığını ve çok yıpratıldığını düşünüyorum. Ona rağmen ayakta durmaya çalışıyor.
Beşiktaş’ın hayatınızda nasıl bir yeri var?
Hayatımın çok büyük bir bölümü Beşiktaş’ta geçti ve geçiyor. Beşiktaş’ta okudum ve Beşiktaş’ta oturuyorum. Ne kadar çok anım olduğunu sayamam bile. Meydan Fotokopici, Güneş Saati’nin çaycısı, sahili, vapur iskelesinin yanındaki şimdi maalesef kaldırılmış olan çaycı, Abbasağa Parkı, 7-8 Hasanpaşa… Var da var. Umarım sevdiğimiz şeyleri “yenilik” adına yok etmek yerine, olduğu gibi kalmasını sağlamayı tercih ederiz.
Bir kamusal alan olarak, özellikle metropollerde, parkları nasıl değerlendirirsiniz?
Şehirlerde insanların, çocukların evlerinin dışında para harcamadan sosyalleşebilecekleri tek yer parklar. Doğadan uzaklaşmış olan insanoğlu bu parklar sayesinde belki az da olsa özünü hatırlıyordur. Ayrıca kuşların, böceklerin ve başka hayvanların da tek yaşayabilecekleri yerler parklar ve mezarlıklardaki ağaçlar. O yüzden de parkların çok büyük bir önemi var herkes için.
Abbasağa Parkı’nda Gezi sürecinden sonra forumlar yapılmıştı. Nasıldı sizce o dönem?
Forumların bazılarına ben de katıldım. Güzel ve önemli bir zamana ev sahipliği yaptığını düşünüyorum. O forumlara Beşiktaş’ta yaşayanların yanı sıra semt dışından da birçok insan gelmişti. Parkın içinde minik bir amfitiyatro bulunması insanların rahatça konuşup tartışabilecekleri bir zemin oluşturdu. Hâlâ yazları düzenlenen etkinlikler parkın farklı vesilelerle kullanılmasını sağlıyor.
Parka sık yolunuz düşer mi?
Vaktim oldukça gidiyorum. Daha çok üniversiteden sonra gitmeye başladım. Son çektiğimiz filmin yazım sürecinde Abbasağa’ya gidip çalıştığımız zamanlar oldu. Bir şey okumak ya da yazmak için sıkça gittiğimi söyleyebilirim.