DÜNYA
4 Ocak 2016

“İNSAN BİR VİRÜS GİBİ DÜNYAYA GİRDİ, ATEŞİNİ YÜKSELTTİ”

“İnsan bir virüs gibi dünyaya girdi, ateşini yükseltti”

Birleşmiş Milletler 21. Taraflar Konferansı’nın (COP21) Paris’te devam ettiği günlerde Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu ile konu hakkında görüştük. Kadıoğlu, iklim değişikliğinin nedenlerini, Türkiye’yi ne tür afetlerin beklediğini anlattı; HES’leri, İstanbul’u etkileyecek projeleri de değerlendirdi.

DÜNYA 150.000 YIL YERİNE 150 YILDA ISINDI
İklim değişimi klasik tanımıyla, bir hava veya iklim değişkenine ait gözlenen değerlerin bir eşik değerinin üstünde veya altında bir değerde oluşumudur. Yerel iklim değişiklikleri de var, biz burada küresel ölçekte, belirgin bir yönde giden ve insan kaynaklı olan iklim değişikliğinden bahsediyoruz. Paris’teki BM 21. Taraflar Konferansı’nda da bu değişiklik kastediliyor. Aslında küresel iklim değişikliği Dünya var olduğundan beri hep yaşanmış. Dünya’nın ortalama sıcaklığı küresel olarak 1 derece artmış ya da bir derece düşmüş. Bunun birçok nedeni bulunuyor. Güneş’teki etkinlik ve patlamalar, volkan patlamaları, astronomik hareketler gibi… Mesela Dünya, Güneş etrafında eliptik olarak döner fakat 100 bin yılda bu dönüş daire şeklinde olur; Dünya 23,5 derece sağa yatıktır ama 40 bin yılda 23,5 derece sola yatar; Türkiye’de 40 bin yıl sonra tam bu dönemde kışa değil yaza giriyor olacaktık… Kısaca doğal etkenlerden dolayı Dünya bir derece soğumuş ya da ısınmış. Soğuduğu zaman Buzul Çağı’na girilmiş, ısındığı zaman Buzul Çağı’ndan çıkılmış. 1850’den 2000’e kadar yani 150 yılda Dünya 1 derece ısındı. Aradaki fark bu. Doğal bir değişiklik değil bu. 150.000 yıl bir yanda, 150 yıl bir yanda. Aradaki fark 1.000 kat daha fazla. Ve bu 1.000 katlık ısınma insan eliyle olan ısınma.

BİR DAHA BUZUL ÇAĞI OLMAYACAK
Eskiden ısınma soğuma süreleri arasında süre çok uzun olduğu için hayvanlar, bitkiler, ekolojik sistem buna ayak uydurabiliyordu. Şimdiyse çok hızlı ve bu yüzden bazı türler tehlikede. Ritim bozulmasaydı Dünya aslında soğuması gereken bir dönemde olacaktı. Ama insanın etkisi o kadar kuvvetli ki Dünya soğuyamıyor. Bu konuda önemli uyarıları olan James Hansen’in dediği şu: “İnsanlar yeryüzünden silinmedikçe bir daha Buzul Çağı olmayacak.” Doğa, Dünya üzerindeki kontrolünü kaybetti, insanın kontrolüne girdi. Bu insanların çoğu da kuzeyde, zengin ülkelerde yaşıyor.

EN ÖNEMLİ SEBEP FOSİL YAKITI
İklim değişikliğinin en önemli sebebi, endüstri kaynaklı başta karbondioksit olmak üzere sera gazları. Bu sorun sanayi devrimiyle başladı; kas gücünün yerini buhar gücü aldı. Buhar gücü ise fosil yakıtlardan sağlandı. Toprak milyarca yıl havadaki karbonu almış, depolamış: Katı halde yani kömür, sıvı halde yani petrol, gaz halinde yani doğal gaz. Biz bunları alıp yaktık, yani atmosfere geri atmaya başladık. Yerin altına depolanmış olan milyarlarca yıllık karbondioksit gibi gazlar havaya atıldı. Eskiden bu oran 280 ppm’di. Yani havadaki 1.000.000 molekülü al, pirinç ayıklar gibi ayıkla, 280 tanesi karbondioksit. Şu anda 402 tanesi! Dünya daha önce böyle bir şey yaşamış değil. Metan da bir sera gazı, azot oksitler de öyle. Bir de doğada olmayan, sentetik gazlar icat etmişiz; kloroflorakarbon gibi. Sera gazları küresel iklim değişikliğinin yüzde 80’inden sorumlu. Yüzde 20’si ise ekonomisi tarıma dayalı, nüfusu yoğun, az gelişmiş ülkelerdeki arazi örtüsünün değişmesinden kaynaklanıyor. Ağaçlarını yok ediyor adam. Oysa ağacı yok ettiğimizde yutağı ortadan kaldırıyoruz, bu da havada daha fazla karbondioksit kalmasına neden oluyor. Ormanlar kesildikçe havadaki karbondioksitin yutulma şansı o miktarda azalıyor. Öte yandan okyanusların suyu ısınıyor, onların da karbon emme güçleri kayboluyor. Tüketim toplumunun aşırı sera gazına bağımlılığı, arazi örtüsündeki değişiklikler iklim değişikliğinin sebepleri. Yani insan. İnsan bir virüs gibi Dünya’ya girmiş, Dünya’nın ateşi yükseldi. Bu bir işaret, bize hastalandığını işaret ediyor.

ISINMA 2 DERECE OLMASIN DİYE UĞRAŞILIYOR
Şöyle düşünün: Benim dedemin dedesinin yaktığı çöpün karbondioksiti hâlâ havada duruyor. Karbondioksitin bir yarılanma ömrü var. Şu anda bütün karbonu kessek, frene bassak bile 200 sene havada kalacak. Küresel iklim değişikliğinden torunlarımızın torunları da etkilenecek. Geri dönüş mümkün değil ama yıkımı, zararı nasıl azaltabiliriz bunu konuşuyoruz. Isınmayı 2 derecede tutabilmek ayrı, 4 dereceye çıkarmak ayrı. Şu anda ısınma 2 derece olmasın diye uğraşılıyor. Kontrol altına almaya çalışıyoruz; sıfırlamak mümkün değil. Tabii bu toplumun yaşam tarzına da bağlı. Geleceği bilmiyoruz. 2100 yılında kaç kişi tezekten doğal gaza geçecek, kaç kişi zengin olacak ve araba alacak? Çarpıcı bir örnek de şu: Dünya’nın yaşı 4,6 milyar. Bunu hayal etmemiz zor bizim, 46 yıl gibi düşünün, bu 46 yıllık dünyada insan 4 saatten beri var. Ama son 1 dakika içinde insanlar ormanların yarısını yok etmiş durumda. Bu hızla devam edemeyiz.

GÜNEYDOĞUDA TROPİKAL HASTALIKLAR ARTIYOR
Küresel iklim değişikliği 1980’lerde konuşulmaya başlandı ama teorik olarak eskiden beri biliniyordu. Her bir yıl ötekinden daha sıcak olmaya başlayınca popüler oldu. 2000’lerde Katrina gibi büyük tayfunlar yaşandı. Tayfunlar okyanusun sıcaklığına bağlıdır, sıcaklık arttıkça daha kuvvetli olur. Deniz seviyesinin yükselmesi bazı ada ülkelerinde büyük sıkıntılar ortaya çıkardı. Kenenin neden olduğu Kırım-Kongo kanamalı ateşi, sıtma gibi, hayvandan insana geçen hastalıklarda büyük artışlar oldu. Ozondaki azalma insanların bağışıklık sistemini de yok etti. Mesela Afrika’daki AIDS artışı ozondaki azalmayla ilişkilendirilir. Isınmadan dolayı biz de Türkiye’nin güneydoğusunda tropikal hastalıkların arttığını görüyoruz. Tropiklerde değiliz ama tropikal hastalıklar artıyor! Türler yok oluyor, mesela kuşlar. İstanbul’da eskiden binaların saçaklarına kırlangıçlar yuva yapardı, şimdi pek göremezsiniz. Kanarya gibi narin kuşlar azalıyor. Bu büyük bir alarm. İnternette iklim değişikliği diye aradığınızda bir buz kütlesine sığınmış kutup ayısıyla karşılaşırsınız. Oysa sorun dünyanın değişik yerlerinde farklı yaşanıyor. Birçok ülkede su sorunu var. Dereler kuruyor. Aral Gölü kurudu, Türkiye’de de bir sürü göl kurudu.

YEREL YÖNETİCİLER İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİ SUÇLAMAK İÇİN HATIRLIYOR
Hükümetler arası ilk sözleşme, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’dir. 1992’de Rio de Janeiro’da imzalandı. Ben 1996’da “Bildiğimiz Havaların Sonu: Küresel İklim Değişikliği ve Türkiye” diye bir kitap yazmıştım. Yine o yıllarda Ömer Madra ile Açık Radyo’da konuyu konuşuyorduk. Türkiye’de kimse dikkate almıyordu o zamanlar… 1997’de Kyoto Protokolü kabul edildi. Bazı ülkeler “Sera gazı emisyon oranlarını azaltacağım” dedi. Türkiye, Kyoto’da büyük hatalar yaptı. “Türklerin aklı gözündedir” derler, önemsemedik konuyu. Önce kendimizi gelişmiş OECD ülkeleri arasında lanse ettik; sonra “Çıkarın bizi buradan” diye ağlayıp sızladık. İmzalamamız üç sene falan sürdü; niye bekledik o kadar, o arada ne değişti bilmiyorum. Türkiye, Kyoto kapsamındaki birçok destekten, fondan yararlanamadı. Şimdi ise şöyle bir şey var: Şehir selleri, orman yangınları artmaya başladı. İklim değişikliğini dikkate almayan yerel yöneticiler bu sefer değişikliği günah keçisi olarak kullanır oldular. Altyapı çok kötü ama “İklim değişti, böyle oldu” diyorlar. Eskiden günah keçisi olarak hava vardı, başımız ağrısa havadan bilirdik. Yerel yöneticiler iklim değişikliğini sadece suçlamak için hatırlıyor. Buna hazırlanan bir yerel yönetim örneği pek yok. Yağışın şiddeti artıyor, mazgalları büyük yapalım diyen yok.

HAYALİ EMİSYONDAN İNDİRİM
Şimdi Paris’te “Kyoto ötesi” konuşuluyor. Her ülke bir niyet beyanı sundu. Herkesin derdi başka tabii… Bazı ülkeler “Somut önlem koymayalım” diyor. Marshall Adaları gibi ülkeler ise can derdine düşmüşler. Ama soruna “Bu adalar kaç para eder ki! Korumak için kömürü kullanmasak ekonomik olarak daha çok kayıp veririz” şeklinde yaklaşanlar var. İklim meselesi etik bir mesele, her ülkenin yaklaşımı farklı. Türkiye mesela, Çin gibi kişi başına emisyonu konuşmak istiyor. Çünkü kişi başına görünen oran az ama aslında toplamda büyük bir emisyon oluşturuyor. Başka bir ülke “Halkımın yaşam standartları var, şu kadar enerji tüketmesi lazım” diyor. Amerika, “Çin ve Hindistan katılmazsa olmaz” diyor. Çin “Ben malları kendim için değil bütün dünya için üretiyorum. Herkes kullanıyor, dünyanın emisyonu bu” diyor. Bir de tabii “Siz geliştiniz. Biz kirletmeye yeni başladık, müsaade edin biz de biraz kirletelim” durumu var.

ENERJİ TASARRUFU YAPAN TÜNELLER
Türkiye’nin de bir niyet beyanı var. Kabaca şöyle demiş: “Ekonomik gelişmem şimdiki gibi devam ederse olası emisyon oranım şu. Ama ben bu kadar artırmayacağım. Olası emisyonu yüzde 21 azaltacağım.” Pek saygın bir niyet değil bu. Diğer ülkelerin de niyetleri, hayali emisyonlardan indirim şeklinde olursa Paris’ten beklenecek pek bir şey yok. Yani Türkiye “Kesin büyüyeceğiz” diyor. Bu emisyonu nasıl azaltacağını, hedeflerini de anlatmış. Hedeflerin ne kadarı gerçekçi bilemiyorsunuz. “2030’a kadar bir tane nükleer santral çalışacak. 10 GW’lık güneş enerjisi, 16 GW’lık rüzgâr enerjisi kullanacağız” diyor. Ama şu anda güneş enerjisine hiçbir yatırım yok. Aynı şekilde, enerji hatlarındaki yüzde 15’lik kaybın azaltılacağından, hızlı trenlerden, otlakların rehabilitasyonundan söz edilmiş. “Enerji tasarruf eden tünel projeleri” var ayrıca; nasıl bilmiyorum vallahi, uzmanlara sormak lazım. Niyet bu sonuçta! Türkiye, İklim Zirvesi’nin üçüncü gününde “günün fosili” ödülünü aldı. Bu ödül CAN (Climate Action Network-İklim Eylem Ağı) tarafından, iklim değişikliğine karşı duyarsız ülkelere veriliyor. Halk iklim değişikliğini gündemine alırsa devletler adım atabilir, yoksa yukarıda çözmek çok zor bu sorunu.

TÜRKİYE’DE KURAKLIK VE SELLER YAŞANACAK
İklim değişikliği yüzünden Türkiye’de kuraklık ve seller yaşanacak. Yani suyun ekstrem durumları, azlığı ve çokluğu. Köyler arasında su savaşları olacak, zaten şu anda oluyor dünyada. Türkiye yarı kurak bir ülke; mesela Konya Ovası’nda zaten çöl sınırında olan su miktarında küçük bir değişiklik, orayı hemen yarı kuraktan tam kurağa çeviriyor. Orta vadeli hafif yağışlar yok oluyor, ya hiç yağmıyor ya çok yağıyor. Ne altyapı, ne tarım sulama teknikleri, ne bilgilendirme açısından yapılan bir şey var. GAP’la suyu götürdük ama vatandaşı eğitemedik, hâlâ salma sulama yapıyor. Çözüm değil bu, hatta zarara da uğratıyor. Aşırı su tuzlanmaya neden oluyor. Türkiye’nin hem iklim değişikliğine verdiği zararı azaltması, hem bu değişikliğe uyum sağlaması lazım. Mühendisliğe girmesi lazım. Bazı kentler “2050’de suyumuz şu kadar olacak” diye plan yapıyor. Ama bu plan sanki 2050’ye kadar iklim hiç değişmeyecek, nüfus artmayacak gibi yapılıyor. Bir yol inşa ediliyor mesela, son 10-20 yıldaki yağışa bakılıyor, ona göre mazgallar yapılıyor, boruların çapı ayarlanıyor, büzler konuluyor. Ama aşırı bir yağmurda sokaklar dere, binalar havuza dönüşüyor. “Ne yapalım iklim değişti” diyorlar, iyi de sen niye değişmiyorsun?

ANADOLU KURAKLIK NEDENİYLE YOK OLMUŞ MEDENİYETLER MEZARLIĞI
Kuraklık en başta tarımsal üretimi etkiliyor, ekolojik sistem yok oluyor, orman yangınlarına neden oluyor, bu yangınlardan çıkan duman astım gibi hastalıklara yol açıyor, turizm çöküyor… Kuraklık, 31 doğal afetin en kötüsü, bir numaralısı. Çözümü de çok zor. Bizim 7269 Sayılı kanunda kuraklık resmen afet olarak sayılmıyor, istatistik de bulamazsınız. Kaya düşmesi afet sayılmış, kuraklık değil! Oysa Anadolu kuraklık nedeniyle yok olmuş medeniyetlerin mezarlığı. Hititler bile baş düşmanları Mısır’dan bu yüzden yardım istemiş. Urartular barajlar yapmışlar sulama için. Türkiye’nin aslında en büyük afeti işlerin ehline verilmemesi. AFAD olsun, iklimle ilgili bir kurum olsun, orada idareciler kariyer yapmış insanlar olmuyor. Dışarıdan geliyor, konuyla ilgisi yok, işi orada öğrenmeye çalışırken biz de dünyanın çok gerisinde kalıyoruz.

OSMANLI’DA GÜNEŞ, RÜZGÂR HAKKI VARMIŞ
Evlerimiz, binalarımız yeşil değil. Bir medeniyet gerilemesi var. Ihlamur Kasrı’na bakın, yerel evlere bakın. Eskiden İzmir’de caddeleri denize dik yaparlarmış ki kara ve deniz meltemleri girsin, şehrin konforunu artırsın, insanlar yazın çok bunalmasın. Mardin’de gölge olsun diye sokaklar dar yapılırmış. Osmanlı’da güneş, rüzgâr hakkı varmış. Bir ev diğerinin güneşini, rüzgârını kesmezmiş. Dünyada şu anda bunlar kanun olarak kullanılıyor. Eskiden evler yaşamak için özenerek yapılırmış. Şimdi yap sat mantığı var, ucuza mal edip çok kâr etmek isteniyor. Ruhsuz binalar, İstanbul’da da, Kars’ta da aynı. Ne iklim düşünülüyor ne yerel malzeme kullanılıyor. Yabancılarla konuşurken sayıyoruz afetleri. Bizde bir afet var: Damdan düşme. Adam anlamıyor tabii. Yazın evin içinde oturulmuyor ki sıcaktan! Önceden niye yoktu damdan düşme, çünkü evlerin çatısında rüzgâr kulesi vardı. Rüzgârı alır evin içine verirdi, doğal bir havalandırma yaratırdı, insanlar çatıda yatmak zorunda kalmazdı… Bu kültürümüzü kaybettik. Şimdi sıcağı klima ile gidermeye çalışıyoruz, böylece daha çok fosil yakıt tüketiyoruz. Bir kısır döngüye girdik. Türkiye gelişmekte olan bir ülke, belki sanayisinden kısamıyor, iş bekleyen insanlar var ama mesela binalardan kısabilir. Şu anda kentsel dönüşüm deniyor ama bu dönüşüm deprem odaklı falan değil. Madem binaları yeniden yapıyoruz, bunu fırsata çevirebiliriz. Deprem, çevre odaklı yapabiliriz. Güneş enerjisi kullanabilir, yağmur suyu toplayabiliriz. Sarnıçlar yok oldu. Çatılarını beyaz yaparsın ışığı yansıtması için, sokaklarını simülasyonla rüzgâra, güneşe göre ayarlarsın. Bilim bizim rehberimiz olmuyor. Kararlar acele, her şeyi bildiğini sanan insanlar tarafından masada veriliyor. Zaten gelişmemiş ülkelerin problemi budur: Uzmanlarla uygulayıcılar arasında köprü yoktur. Uzman da uygulamacı da kendi kafasına göre takılır. Bizi idare edenlerin böyle bir vizyonu yok. Değişik kesimleri bir araya getirip “En doğrusu nedir?” diye fikir soran yok.

TÜRKİYE TEMİZ ENERJİYE ATLAYABİLİR
Dünyada kalkınma ve gelişmişliğin tanımı değişiyor. Yaşam kalitesi, insani kalkınma endeksleri devreye giriyor. Türkiye gelişmekte olan bir ülke. Sanayisinde kirli teknoloji kullanmadan temiz teknolojiye atlayabilir, öyle bir şansı var… Bir de öyle yerler seçiyorlar ki santraller için, cennet yerler. Arazi planlaması da yok Türkiye’de. Televizyonda bir kamu spotu var, “Atalarımız tarım alanlarını korudu, ovalardan dağlara çekildi” diye. Siz de koruyun; ruhsat verme, devlet sensin. Yabancılar mı gelip yapıyor! İklim değişikliği strateji planlarında henüz yok arazi kullanımı…

AŞIRI TÜKETİM TOPLUMU OLMAKTAN ÇIKMALIYIZ
Akut yaşıyoruz, kronik değil. “Doğayı koru” diyoruz ama nedenini açıklamadan olmaz. Diğer türlü ormanlar ikiye ayrılır şeklinde didaktik bilgi oluyor. Toplumun doğayı korumanın insanı korumak olduğunu anlaması lazım, çünkü insan doğasız yapamaz. Ama doğa insansız yaşar. Vatandaşa bunu anlayacağı dilden anlatmak lazım. Ev hanımlarına, dindarlara, modernlere, futbolculara, gençlere değişik mesajları, değişik yollardan vermek lazım. Kampanyalar ezbere yapılıyor. Bizim köyde mesela hatırlıyorum bir boğaz vardı, oraya beddualı demişlerdi, şimdi git orman olmuş, kimse geçmiyor. İnci kefali vardır Van Gölü’nde. Muradiye Nehri’nde balıkları yumurtlamadan avlayınca bakmışlar nesli tükeniyor, “Bu balıkları ellemeyin, bunlar nehrin yukarısındaki şeyhleri ziyarete gidiyor” demişler. Şimdi kimse dokunmuyor! Kutsal ekolojiyi de düşünmek lazım. Milletin anladığı dilden konuşacaksınız. Diyanet israfla ilgili fetva versin, günah çünkü. Toplum liderleri, hocalar, dedeler, papazlar… Davranış değişikliği yaratmak için doğru aracı bulmalıyız. Aşırı tüketim toplumu olmaktan çıkmamız lazım. Adam sanal suyu bilmiyor, çöpe 2 dilim ekmek attığını sanıyor ama aslında 1,5 ton su atıyor. Tasarruf deyince insanlar içtiği, yıkandığı suyu anlıyor. Oysa bir de sanal su var. 1 kâse pirinç pilavını çöpe atmak 3,5 ton suyu israf etmek demek, 1 t-shirt üretmek için gerekli suyla 25 küvet doldurulabilir! Ulusal seferberlik gerekli. Zaten kaynaklarımız kıt, ne kadar az israf edersek bu o kadar sosyal yaraları sarma imkânı verir bize…

NÜKLEER ENERJİ TEMİZ DEĞİL, DIŞA BAĞIMLI
Karadeniz’de bir sürü HES (hidroelektrik santral) yapılıyor. Büyükler de var küçükler de. Biri gidip Ankara’dan adamını buluyor, oradaki rantı gören hücum ediyor. Öyle ki bu HES’lerin su biriktirme hazneleri dahi yok. Yani yazın su yoksa HES de çalışmıyor. Can suyunu, balıkları falan unutup adam kendi derdine düşüyor. Diyelim bilimsel anlamda bir HES yapılabilirse burada, 10 tane yapılınca artık onların doğru çalıştırılması mümkün değil. Özellikle 20 MW’tan küçük HES yapılmaması gerekiyor, hiçbir anlamı yok, dünyanın hiçbir yerinde yapılmaz. Suyu indiren borunun etrafını bile toprakla kapatmıyorlar! Neymiş, tamiri zor olurmuş; hayvan geçemiyor. Çıkardığı toprağı dereye atıyor. Kaldıracağım diyor ama kaldırmıyor, kaldıracak olsa bile o zamana kadar derenin bu tarafına konan toprak öbür tarafı yok ediyor; heyelana neden oluyor. Yeşil yola karşı çıkıyor insanlar. Doğru yapılacağını bilsem ben karşı çıkmam ama doğru yapılmayacağını biliyorum. Çıkan bütün malzeme aşağıya salınacak, istinat duvarları 2 m. yerine 50 cm. yapılacak. Sonra tabii heyelan olacak çünkü sen toprağı koparıyorsun. Bu işler ezbere, el yordamıyla ve haince yapılıyor. Türkiye büyük hidroelektrik santralleri de temiz enerji sayıyor ama dünya öyle demiyor. Niyet beyanına göre enerji hatlarından yüzde 15 tasarruf edeceksen, niye gidip HES’lerin üreteceği binde 1 elektrik için doğayı tahrip ediyorsun? En temiz enerji, tasarruf edilen enerjidir. Nükleer enerjiyi nükleer teknolojisine sahip olmak için de istiyor Türkiye. Nükleer temiz enerji değil, ayrıca dışa bağımlı bir enerji. Enerji konusunda partilerüstü bir devlet politikası oluşturmak lazım…

KENDİNİ AYAĞINDAN VURAN BİR SİSTEM
Üçüncü köprü, havalimanı… İstanbul o kadar büyük bir beton kitlesi ki bunlar üzerine granül olacak. Göbekleniyorum, ben ne kadar büyük kemer takarsam takayım göbeğime çözüm olur mu? Yollar, köprüler de trafiğe çözüm değil. Su kaynaklarının besleyebileceği bir nüfus, bir sanayi var. İstanbul’un 4 milyonluk bir şehir olması gerekirken siz bunu 20 milyona çıkarırsanız burada yaşam kalitesini korumak mümkün değildir. Zaten bir süre sonra İstanbul’da kültürel, sosyoekonomik hayat felce uğrayacak, çöküş demek bu. Hareket bitince şehir içinde, o şehir çöker. Kendini ayağından vuran bir sistem. İnsancıl bir toplu taşıma sistemi yok. Birer kişilik araçların hepsi aynı anda, aynı yere gitmeye çalışıyor. Saate göre bir ceza, mükâfat durumu da yok. Köprüden geçişlerde yoğun saatlerde iki kat fazla para alınabilir. Trafik planlama yok, şehir planlama yok. Sürekli köprü yapsanız ne olur? Oradan sadece araçları taşıyacaksınız, insanları değil. Trafikte bekleyen araçların emisyonu büyük bir millî serveti heba ediyor. Türkiye’nin cari açığının yüzde 80’i dışarıdan aldığı petrol kaynaklı. Ve biz bu enerjiyi yolda, bir yere gidemeyerek harcıyoruz. Almanya’da 1 milyondan büyük şehir yoktur. Anadolu’ya cazibe merkezi olarak birkaç tane İstanbul inşa etmek gerekiyor.

İKLİM RİSK YÖNETİMİ
2012’de hazırladığımız “İklim Değişikliği Risk Yönetimi” raporunda da belirtmiştik. Sera gazı azaltma, temiz enerji kaynakları, enerji verimliliği, su verimliliği, ağaçlandırma, tarım alanlarının korunması, geri dönüşüm, yeniden kullanma, doğru tüketim, iklim değişikliğiyle mücadelede önemli ayaklar… İklim risk yönetimini kavram olarak bilen fazla insan yok Türkiye’de. Şimdi söylüyoruz, 10 sene sonra gelir belki. Bütünleşik bir risk yönetimi olmalı. Afetçilerin, iklimcilerin, değişik kurumların birlikte düşünmesi, çalışması gerekiyor. Özbekistan’da iklim değişikliğine uyum için danışmanlık yapıyorum, onlara da bu öneride bulunuyorum.
MİKDAT KADIOĞLU’NDAN 10 ÖNERİ
1. Bilgilen! Anlamadığınız bir şeyi çözemezsiniz. Ne konuştuğunuz hakkında bilgilenin, araştırmacı olun, daha fazla ve sürekli öğrenin. Herkes doğruyu söylemiyor! Her okuduğunuza ve gördüğünüze de inanmayın. Doğru kaynaklardan iklim değişimi problemini ve çözüm yollarını öğrenin ki insanlara onun hakkında bir şeyler anlatabilesiniz ve birilerinden çözüme yönelik istekte bulunabilesiniz.

2. Ağaç dik. Varsa kendi bahçenize, evinizin etrafına veya komşularınız ile birlikte yerel yönetimlere başvurarak yollara, vb. boş yerlere ağaç dikin. Ağaçlar, havadaki karbonu alıp oksijen verirken aynı zamanda kışın rüzgârı kesip buharlaşma ile olan soğumayı önleyip evlerimizin ısıtma faturasını, yazın ise gölge yaparak soğutma ihtiyacını azaltıp enerji faturası ve dolayısı ile fosil yakıt kullanımını azaltabilir.

3. Enerjiden tasarruf et. Kışın eviniz çok sıcak olunca serinlemek için pencereleri açmayın; kaloriferleri kısın. Isıtıcıyı daha fazla açmak yerine sizi sıcak tutacak giysiler giyin. Normal ampulleri floresan vb. tasarruflu ampuller ile değiştirin. Böylece yılda 1,5 ton sera gazı üretmemiş olursunuz. Aynı zamanda hem elektrik faturanızı azaltabilirsiniz, hem de sık sık ampul değiştirmek zorunda kalmazsınız. Kısa duşlar alın. Çamaşır makinesini kullanmak için yeterince çamaşırın birikmesini bekleyin. Yazın kavurucu güneşin içeriye girmesini perdeleri kapatarak önleyin. Sıcak günlerde klimayı açmak yerine daha hafif, bol giysiler giyin ve vantilatör kullanın.

4. Elektrikli aletleri düğmesinden kapat. Kullanmadığınız zaman ışıkları, televizyonu, bilgisayarı, ısıtıcıları, vb. elektrikli aletleri açık bırakmayın. Tembellik edip TV, bilgisayar, vb. elektrikli aletleri stand by’da da bırakmayın. Bilgisayar ve TV’leri de kullanmadığınız zaman düğmesinden kapatın. Şarj aletlerini saatlerce fişte bırakmayın. Nadiren kullanılan veya kullanılmayan elektrikli aletlerin ise fişini çekin. Böylece ailece karbondioksit emisyonunuzu yaklaşık olarak yüzde 10 veya daha fazla azaltabilirsiniz.

5. Alışverişini olduğun yerde yap. Yerel mağaza, alışveriş merkezlerinden ve pazarlardan alışveriş yapın. Yerli malı kullanın. Alışveriş için seyahat etmek sera gazlarını artırır. Ayrıca dışarıdan getirilen malların uçak ve kamyonlar ile büyük miktarlarda fosil yakıtları kullanılarak uzun mesafeler taşındığını unutmayınız.

6. Daha az ve kısa mesafelere seyahat et. Zorunlu olmadıkça tatil için çok uzaklara gitmeyin. Uçak gibi büyük miktarda fosil yakıtı kullanan araçlar ile seyahat etmekten sakının. Aracınıza binmeyerek büyük bir fark yaratabilirsiniz; evinizin etrafında 3 km’lik mesafeleri yürüyün veya bisiklete binin. Toplu taşıma araçlarını veya özel otomobilleri ortaklaşa kullanın. Araç kullanma alışkanlıklarınızı değiştirin; unutmayın otomobiller çok hızlı sürülmediklerinde daha az benzin yakar.

7. Güneş enerjisi kullan. Mümkün olduğunca güneş enerjisi kullanın. Güneş enerjisi ile doğanın dengesini bozmadan sıcak su elde edebilir, evinizi ısıtabilir ve elektrik enerjisi üretebilirsiniz. Hükümetlerden temiz enerjinin yaygınlaştırılmasını ısrarla isteyin.

8. Yemek pişirmeyi öğren ve evde ye. Evde pişirip yemek, sadece daha
ekonomik değil, aynı zamanda seyahat etmeyeceğiniz için fosil enerjisinden tasarruf sağlayarak küresel ısınma probleminin çözümüne de katkıda bulunur.

9. Az tüket, yeniden kullan, geri döndür. Plastik, vb. maddelerin kullanımını ve çöp üretimini azaltın. Alışverişte aldığınız ürünler aşırı paketlenmiş olmasın. Mümkünse bu tür çevreye zararlı maddeleri fazlaca satın almayın. Mevcut plastik alışveriş torbaları gibi şeyleri tekrar kullanın. Alışveriş torbalarınız ve satın aldığınız ürünlerin ambalajları geri dönüşümlü olsun. Çöpleri asla yakmayın…

10. Karar vericilerine yaz ki, iklim değişimi problemine karşı duyarlı olduğunuzu bilsinler. Birey olarak burada sıralananları uygulayarak önemli bir fark yaratabilirsiniz, fakat aynı zamanda idareciler, sanayiciler de üstüne düşenleri yapmalı. Bu nedenle küresel iklim değişimi hakkındaki düşüncelerinizi gazetelere, belediye başkanlarına, milletvekillerine ve hükümet üyelerine bildirin. Onlardan enerji verimliliği ve tasarrufu için önlem almalarını, temiz enerji kaynaklarının geliştirilmesini ve daha çevreci ulaşım araçlarının yaygınlaştırılmasını, vb. şeyleri isteyin. Enerji tasarrufu, ağaç dikme, çevre koruma, vb. konularda çalışan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına da katılın…

(Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun 10 önerisi, daha önce çeşitli mecralarda
yayımlanmıştır.)

B+ 27

Haberi Paylaş:

Beşiktaş Belediyesi


BKS logo

© 2024 Beşiktaş Belediyesi. Sitedeki tüm metin ve görseller Beşiktaş Belediyesi'ne aittir. İzinsiz kullanılamaz.

F5 İletişim