Söyleşi: Aylin Eren Fotoğraflar: Görkem Kızılkayak, Halet Çambel Arşivi
İmkânsız, dediler. Değil, dedi. 1950’li yıllarda, Adana’nın yolu olmayan bir dağ köyünde kaderine terkedilmiş Geç Hitit buluntularından, yıllarını vererek Türkiye’nin ilk açık hava müzesi Karatepe Aslantaş’ı yarattı. Kariyeri için onca açılıma sahipken Karatepe-Aslantaş’tan vazgeçmedi. Yokluklar içinde, müzenin yaşatılması için yöre halkını bilinçlendirmek amacıyla çocuklara okuma yazma öğretmekten, gençlere marangozluk demircilik kursları verilmesine, kök boyalarla kilim üretiminin canlandırılmasından, köye elektrik getirilmesine kadar her işte emek harcadı, öncülük etti.
O yanıtını, yaptığı işe hayatını bir an bile neden diye sormadan adayarak verdi. Sadece Karatepe örneği değil, üstlendiği her çalışmayı ele alış şekli, meslek yaşamı boyunca karşılaştığı sorunlara yaklaşımı, onların peşini bırakmadan çözüm için uğraşan kişiliği, inandığından tavizsizliği ile onun hayatı bir yanıt…
O, Halet Çambel… Türkiye arkeoloji tarihinin en sağlam temel taşlarından biri.
Okuduğunda kızar diye gerçekten içimden geçen övgü sözcüklerini yazamayacağım kadar net bir alçakgönüllülükle, memleketi için hâlâ durmadan çalışan bir görev insanı.
Yapamadıklarımdan, memleket için oturduğum yerde kaygılanmamdan, bahanelerimden dolayı beni utandıran, duruşuyla güç veren, örnek olan dağ gibi bir kadın. Kendisini 2003 senesinde tanıma mutluluğuna eriştim. Belgesel sinemanın önemli isimlerinden hocam Hasan Özgen, Karatepe Aslantaş Açık Hava Müzesi hakkında bir film yapmamı istedi. Ne Halet Hoca ne Karatepe Aslantaş hakkında doğru dürüst bir şey biliyordum. Araştırmaya başladıkça Türkiye’nin ilk açık hava müzesinin hikâyesini öğrendikçe, 1946 yılından bu yana Karatepe Aslantaş’ta çalışan Halet Hoca’yı kaynaklardan okudukça film büyümeye ve yön değiştirmeye başladı. Büyük bir keşif hikâyesi vardı ortada öncelikle…
Karatepe’de 1946 yılında bulunan M.Ö. 8. yüzyıla ait Adanava Kralı Asativatas’ın kalesinden kalan çift dilli yazıt Fenikece ve o güne kadar tam olarak çözülememiş Hitit hiyeroglifleriyle yazılmıştı. Bu arkeoloji bilimi açısından büyük bir keşifti. Bu sayede yıllardır ancak kısmen çözümlenmiş Hitit hiyeroglifleri okunabilmişti. Ama ondan daha ötede Karatepe Aslantaş’ın kaderini değiştiren Halet Hoca’nın öyküsü duruyordu karşımda.
Yolu olmayan bir dağ başında yapılmış bu büyük keşiften sonra herkes iş bitti diye düşünüp yeni kazı maceralarına giderken onun bu taşınmaz taş eserleri koruma kararlılığı, alanı kaderine terk etmeyişi, ülkemizde ilk taş eser onarımının Karatepe Aslantaş’ta Roma Restorasyon Enstitüsü işbirliğiyle yıllara uzanan bir süreç içinde yüzde seksene varan bir oranda tamamlamasını sağlaması…
Eserlerin doğa şartlarından etkilenmemesi için giriştiği açık hava müzesinin koruyucu çatılarının yapımı sırasında olanaksızlar nedeniyle kaçan müteahhidin yerine, o zamana kadar çivi bile çakmamış eşi şair gazeteci Nail Çakırhan’la müzenin yapımını üstlenmeleri ve at sırtında tenekelerle su taşıdıkları bu inşaatı büyük birbaşarıyla tamamlamaları… Müzenin yaşaması ve köylüler için yaptıkları… Müze çevresinin milli park kapsamına alınmasını sağlaması…
Yol arkadaşlarıyla beraber yaptığı; vazgeçmemekten, pes etmemekten çok ötede yaşam vermekti.
Ekibimizle beraber Karatepe’ye gittiğimizde 88 yaşındaydı ve yine dağ tepe dinlemeden çalışıyordu. Röportajlara başladık. Hayranlıkla dolu bazı sorularıma kızdı. Bunlar sadece yapılması gerekenlerdi. Mühim olan o değildi. Karatepe Aslantaş’ın yaşatılması gerekliliğiydi…
Ama köylülerden ki onların “Halet Abla”sıydı, röportaj yaptığımız her arkeoloğa herkes büyük bir şükranla anlattı Halet Hoca’yı…
Beraber geçirdiğimiz proje yapım süresinde tanıdıkça ve anladıkça daha da etkilendiğim Halet Hocamın “Toroslarda Bir Efsane” isimli belgeselimizi sevmesi ise en büyük mutluluğum oldu o dönem. Bu çabayı bir parça da olsa anlatabilmiş olmak önemliydi.
Onun hayatına bakınca ‘insan ülkesini nasıl sever’in gerçek yanıtını görmek mümkün oluyor. Boş, hamasi laflarla bezenmiş bir sevgiyle işi yok Halet Çambel’in. O hep çalıştı, çalışıyor. Katıksız alçakgönüllüğü sürmekte. Yaptıklarının onda birini yapmamış nice kişi ortalıkta kahraman edasıyla dolaşırken o başka biri tarafından övülmeye bile sinirleniyor. Yaptığı her şey yapılması gereken şeylerdi o kadar…
Tıpkı şimdi Karatepe yakınlarındaki Kastabala antik kentinin ortasına kurulmak istenen, hem bu antik kentin, hem Karatepe Aslantaş’ın, çevre köylerde yaşayanların, Kırmıtlı Kuş Cenneti’nin, yörenin baştanbaşa bütün geleceğinin katili olacağı ortada olan çimento fabrikasının durdurulması için 92 yaşında kollarını sıvaması gibi…
Peki bu gücün, bu kararlılığın, bu umutsuzlukla işi olmayan çalışkanlığın arkasında yatan güç ne? Sadece karakter olarak açıklanabilir mi? Yoksa bambaşka bir açılımla özenle ve umutla yetiştirilmiş bir Cumhuriyet kuşağının içinde yer almış olmasının sağlam köklerinin, dönemin, yetiştiriliş tarzının etkisi de var mı attığı her adımda?
Arnavutköy yalı boyunda 5 numaralı, 1930’dan beri oturduğu yalının içinde Halet Çambel ile sohbet ettik. Arkeolog-restoratör Murat Akman’la beraber yine iş başında ve çalışıyordu. Onunla biraz Arnavutköy’den, biraz eski zamanlardan, eğitim politikasından, umuttan, umutsuzluktan ve elbette ki şimdi onun için en mühim mesele olan çimento fabrikasından konuştuk.
Halet Çambel, Türkiye’nin ilk açıkhava müzesi Karatepe Aslantaş’ı yarattı.
Halet hocam, ilk çocukluk yıllarınız babanız Hasan Cemil Bey’in Almanya Ataşesi olması ve çeşitli nedenlerle yurtdışında geçiyor. Türkiye’ye döndüğünüzde 8-9 yaşlarındasınız. Buraya geldiğinizde hemen uyum sağlayabildiniz mi?
Başta biraz zorlandım doğrusu. Evvela dönünce, babam Şişli’de bir ev tuttu. Şimdi akrabalar geliyor ziyarete: Ama kara çarşaflılar! Ablamla ben korktuk. Gittik anneme dedik ki, “Biz burada durmuyoruz, biz gidiyoruz!” 8-9 yaşlarındayız daha. “Nereye gidiyorsunuz?”. Meran diye bir yerden gelmiştik, Tirollerden… “Biz Meran’a gidiyoruz. Burada durmayız!”, dedik. (gülüyor, sonra üzüntüyle hatırlıyor…)
Bir sene sonra Kadıköy’de bir eve taşındık… Orada komşularımızın Orhan’la galiba Tuğrul adında iki çocuğu vardı, arkadaşlarımız. Onların babası da Atatürk’e karşı suikasta dâhil olmuş. Evin karşısında da bir Ermeni bakkal vardı. O duymuş babalarının asıldığını… O vakit mahallelerde bir dayanışma vardı. Ermeni bakkal o mahalleye gazete girmesini yasakladı. Aile duymasın diye… Fakat gene de duydular sonunda… Müthiş bir vaveyla koptu… Unutulmaz bir şey…
Ondan bir sene sonra da buraya geldik. 1930’dan beri bu evde oturuyoruz. Bu ev, 1800’lerde sultanın baş bahçıvanının eviymiş. Bir Ermeni ailesinin…
Gençlik döneminizdeki Arnavutköy nasıl bir yerdi?
Arnavutköy eskiden bir 400 haneli bir Rum köyüydü. . Bunların büyük bir kısmı Rumdu… Onların dışında Ermeniler ve Yahudiler vardı.. Ve biraz da Türkler. Kapısı bacası açık, hırsızlık olmayan bir yer. Çok büyük bir komşuluk vardı burada. Herkes birbirini tanırdı. Atatürk’ün kız kardeşi Sarrafburnu’nda bir yalıda otururdu. Atatürk de çok zaman gece Arnavutköy’e gelirdi. Akıntı Burnu’na… Akıntı Burnu’nun arkasında iki tane Rum meyhanesi vardı. Yorgo ve Todori. Atatürk Todori’ye giderdi. Rum balıkçılar da Atatürk’ün geldiğini görünce hemen koşarlar, kayıklarını rıhtıma çekerler. Todori’nin camlarına yapışırlar. Todori de kızar, benim camlarımı pisletiyorlar diye söylenir. Atatürk sorar, “Ne istiyorlar bunlar?” Todori yanıtlar ,“Sizi görmek istiyorlar. Camlarımı pisletiyorlar!”. Atatürk, “Açın kapıları!” diyor. Kapılar açılıyor. “Kurun sofraları!” diyor. Sofralar kuruluyor… Rum balıkçılarıyla orada yiyip içiyorlar. Bizim evde Petro diye bir görevli vardı, “Kalktım! ‘Paşam Yasu!’ (şerefe) dedim” diye anlatırdı.
Atatürk, günün birinde Dolmabahçe’den kaçıyor, bulamıyorlar! Sonra ta yukarı Boğaz’da bir salaş meyhanede bulmuşlar… Rum balıkçılarla sirtaki oynuyor. Sirtaki bir Rum oyunu… Sonra Atatürk’ün Acar adında küçük bir motoru vardı… Onunla gelir, yukarı Boğaz’a doğru… Biz çocuklar hemen Akıntı Burnu’na koşardık. Çünkü Akıntı Burnu’na motorla ancak bir kürek boyu uzaklığından geçilebiliyor. Daha yakından geçilemiyor… Akıntı atıyor. Orada çocuklar, balıkçılar toplanırdık “Ya ya ya şa şa şa Gazi Paşa çok yaşa!”diye bağırırdık. O da el sallardı. (gülüyor.)
Öldüğü vakit balıkçılar, “Arkadaşımız öldü!” diye ağladılar. Şimdiki Kasımpaşa’dan çıktı ama bunu yapamıyor. Akşamları rıhtımda demir parmaklıklar vardı, gençler oraya tüner, oğlanlı kızlı mandolinlerle dolaşırlardı. Şarkı söylerlerdi. Rumlar tabii… Türkler’de öyle bir neşe yok…
Bir de Arnavutköy’ün çilek tarlaları meşhurdu… Osmanlı çileği. Çok büyük değil, pembe ve son derece de kokulu… Bizim de sekiz dönüm bir bahçe var. En üst kısım çilek tarlasıydı. Yanımızda Halil Paşa’nın yalısı vardı. Halil Paşa da meşhur Enver Paşa’nın amcası. Birinci Dünya Savaşı’nda babam da kurmay albay Irak cephesinde… Halil Paşa ordu kumandanı, babam da fırka kumandanı. Şimdi buraya gelince, bizimkiler bu evi alınca, çilek tarlasını Halil Paşa’nın bahçıvanı yetiştirir, satardı. Biz oradan bir tane çilek yiyemezdik… Annem izin vermezdi. Sonra da çilek tarlası kalmadı zaten…
Bambaşka bir hayat biçimini anlatıyorsunuz…
Öyle… Bambaşka bir hayat vardı… Gençler boş günlerde toplanırlar, suları gezmeye giderlerdi mesela. İşte Sarıyer, Çırçır, Kayışdağı, Alemdağ vesaire… Beni de Beşiktaş Kulübü’nden arkadaşlar gelip alırdı evden, onlarla beraber yaya olarak giderdik sulara… Büyük Çamlıca’nın etrafında köşkler, köşklerin de bahçeleri vardı, birer dönüm ikişer dönüm… Ve onlar üzüm yetiştirirlerdi, çavuş üzümü… Yediniz mi hiç? İnce kabuklu… Büyük Çamlıca’da senede bir yarışma yapılırdı. Tören günü küçük sepetlerle bütün köşk sahipleri yetiştirdikleri üzümü getirirler. En güzel üzümü yetiştirene bir ödül verilirdi… Ondan sonra uzun masalar kurulur… Uzun masalarda on beşer tane bardak, içinde on beş ayrı su! Değişik kaynakların değişik suları.
On üç tane kaynak suyu, bir tane Terkos, bir tane de Hamidiye şehir suyu… Su tatma yarışması! Bir sene, benim kulüp arkadaşım, benim yaşımda bir
genç ödülü kazandı. Ben o zaman ancak altı çeşit su biliyordum. Yani altısını ayırabiliyordum.
Biz pet şişe kuşağıyız. Üstünde yazıyor zaten suyun kaynağının neresi olduğu. Oradan anlıyoruz!
Neleri kaybettik düşünün… Şimdi gençler, hadi diskoteklere, metal müzik dinlemeye!
Çocukluğunuzdan bu yana oturduğunuz bu çok güzel yalının gelecekteki kaderini korumak adına ne düşünüyorsunuz?
Şimdi bu tarihi bir ev. Tescilli. Yaşatılması lazım. 1820’lerden kalmış. Bir sürü şey düşündük: TTK? Bitti… Müzeler Müdürlüğü? Yok… Bizim üniversite? Maalesef… Bizim üniversiteye kitaplarını veren hocalar var. Gidiyorsunuz, kitaplar yerlerde… Ama Boğaziçi Üniversitesi’nde iyi bir altyapı var. Orası sahiplenirse “Arkeoloji ve Geleneksel Mimari Araştırma Merkezi” yapılacak burası… Hem korunacak hem de araştırmaya hizmet veren bir mekân olacak.
Eğitim yaşamınız nasıl ilerledi?
İlkokulu evde bitirdik ablamla. Almanca olarak. Ondan sonra da koleje girdik… Kadıköy’den de buraya taşındı bizimkiler, çocukları leyli (yatılı) vermemek için. Ya Fransız marabed (rahibe) okuluna gidilecekti yahut koleje… Onlar bizim için rahibe okulunu tercih etmediler, Arnavutköy Kız Koleji’ni tercih ettiler ve buraya taşındılar.
O vakit iki tane Amerikan koleji vardı. Biri oğlanların okuduğu Robert Kolej şimdiki Boğaziçi Üniversitesi, öbürü de Arnavutköy Kız Koleji. Arnavutköy Kız Koleji’nde ezberci olmayan, araştırmayı özendiren bir sistem vardı… Mesela filan derste, filan konu işlenecek… Bir okuma odası vardı. Okuma odasına değişik kitaplar konurdu işlenecek derslerle ilgili. Biz de konuyu bu farklı kitaplardan araştırır ve öğrenirdik. Böylece çok değişik bakış açıları oluşturan bir sistemle eğitim görme şansımız oldu.
Sizi olimpiyatlara götürecek olan eskrime de Arnavutköy Kız Koleji’nde başlıyorsunuz değil mi? Olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcusunuz Suat Fetgeri Aşeri ile beraber. Nasıl başladı bu serüven, spora ilginiz?
Şimdi ben küçükken her sene iki-üç ay hasta olurdum. Hangi hastalıklar: Para tifo, tifo, sarılık, dizanteri… Gayet de zayıftım. Hep ölecek diye bakarlardı. Sonra baktım olacak gibi değil… Sert bir rejim uygulayayım dedim kendi kendime… Okula gidince gizlice kazakları, yün çorapları falan çıkarırdım ve ince bir gömlekle otururdum.
Ardından spora başladım: Yüzme, kürek yaptım. Arnavutköy’de hemen herkesin sandalı vardı. Bizim de yedi metrelik bir sandalımız vardı. Onunla kürek çekerdik. Ardından eskrim yapmaya başladım. Önce okulda bir sene kadar devam ettim. Oradan da Beşiktaş Kulübü’ne aldı hoca… Kulüpte de dört sene kadar
çalıştım. Olimpiyat’a kadar gitti bu eskrim hikâyesi…
Beşiktaş Kulübü Akaretler’deydi. Şimdi oraya büyük bir yapı yaptılar. Beşiktaş Kulübü’nde eski meşhur sporculardan Fuat Balkan vardı. Bizim hocamız, antrenörümüz bir Beyaz Rus’tu. Adı Nadolski’ydi… Beşiktaş Kulübü’nde güreş ve eskrim yapılıyordu salon sporu olarak. Gayet basitti. Sobayı biz yakardık. Hoca kızardı sobayı tüttürüyorsunuz diye… Sıcak su falan yoktu. Soğuk suyla duş yapardık.
Liseyi bitirdikten sonra bir Fransız bursuyla Paris’e gittim, okumak için… Orada da eskrim ve biniciliğe devam ettim… Sonra yazın, İstanbul’a döneceğim zaman bir haber geldi. Federasyon dedi ki: “İstanbul’a gelme, Bükreş’e gel! Orada bir kampa gireceksiniz, ondan sonra da Olimpiyatlar’a katılacaksınız eskrim dalında.” 1936 Berlin Olimpiyatları… Sonra öğrendiğime göre, ben o vakit işitmemiştim, Atatürk’ün kararıymış bu. Demiş ki olimpiyatlara kızlar da gitsin! Bir kız arkadaşım daha vardı, adı Suat Fetgeri Aşeri… O da Güreş Federasyonu’nun başkanının kızıydı. Yavuz Zırhlısı’nın çarkçıbaşı olan Ahmet Fetgeri’nin. İkimiz birlikte eskrim dalında Olimpiyatlar’a katıldık.
Önce Bükreş’e gittik. Orada kızları bir (marabedhane) manastıra koydular. Manastırda rahibeler var. Onlar kendilerini İsa’ya adamışlar… Evlenmiyorlar, ibadet ediyorlar. Bizi de oraya soktular ki gece kaçmayalım. Çünkü Bükreş’te balalaykalar, eğlenceler sürmekte… Ben de Almanca bildiğim için rahibelerle konuşuyorum… Gördüm ki hepsinin dibinde bir umutsuz aşk hikâyesi saklı. Yani o dini inançtan çok bir hayal kırıklığı var aslında içlerinde…
Ondan sonra Berlin’e gittik… Orada da her gruba o grubun dilini bilen bir mihmandar verdiler. Bize de Türkçe bilen bir yüzücü kız verdiler. Kız dedi ki, “Ben sizi Hitler’e tanıştıracağım”. Biz dedik ki “Hayır, biz Hitler’le tanışmayız ve elini sıkmayız. Çünkü eğer, devletimiz göndermeseydi, biz zaten gelmezdik. İstemiyoruz!” O iş öyle bitti. Sonra Jesse Owens isimli bir zenci koşucu kazandı atletizm yarışmasını. Tabii o ari ırk teorileri falan hepsi battı. Kıyametler koptu. Bir ay Bükreş’te kamp yaptık. Hazırlık süreci. Fakat bizim şanssızlığımıza kendi antrenörümüzü getirmediler, oradan bir Macar antrenöre görev verdiler.
Bizim antrenörümüzün tekniği gayet esnek gayet yumuşaktı. Yeni antrenörün tekniği ise son derece sertti… Biz kendi tekniğimizi, formumuzu kaybettik… O yeni forma da giremedik ve bir şey yapamadık.
Arkeolojiye ilginiz nasıl başladı?
Evvela ben fiziğe çok merak saldım… Sonra yeni bir fizik hocası geldi… O iş yattı. Bir edebiyat hocası sanat tarihi dersi veriyordu. Öğrencileri alıp, tatil günlerinde İstanbul’u gezdiriyordu, müzeleri, eski eserleri… Oradan da böyle bir merak başladı… Hocalar çok önemli. Üstünüzde büyük etkileri oluyor.Sonra kolejde seçmeli dersler vardı. Ve iyi bir öğrenci olduğunuz vakit istediğiniz seçmeli dersi alabiliyordunuz… Ben de ablamdan esinlenerek matematiği seçtim… O zamanki mühendis mektebinin üçüncü sınıfında okutulan matematiği gördük. Her şeyi berraklaştıran bir hocaydı. Okul bitince Amerika’dan bir burs aldım. Sonra bir Fransız bursu çıktı ortaya. Bizimkiler de Amerika uzak diye Fransız bursunu tercih ettiler. Ve Sorbonne’da arkeoloji eğitimine başladım.
Hocam, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişen bir kuşaksınız. Muazzam bir dönem. Atatürk’ün emriyle bir yandan Türk Tarih Kurumu kuruluyor. Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılıyor. Başarılı öğrencilerin kültürümüzün araştırılması amacıyla yetişmelerini sağlamak üzere yurtdışında eğitim görmesi için imkânlar seferber ediliyor. Bu durum sizde nasıl bir sorumluluk duygusu geliştirdi?
Şimdi o dönemde herkes bu kuruluşa katılma, yeni kurulan Cumhuriyet’e katkıda bulunmak amacındaydı… Yapılacak çok iş var! Bizim yetişmemizinözü şu. Bir taş koyacaksın… Bir taş üstüne bir taş koyacaksın. Bu görev bilinciyle yetiştirdiler bizi… Hâlâ da devam ediyor.
Atatürk II. Dünya Savaşı’nın başında Almanya’dan gitmek zorunda kalan Yahudi ve antinazi bilim adamlarını ülkemize davet ediyor. Bu sayede çok kıymetli, çok önemli birçok bilim insanı geliyor Türkiye’ye ve üniversitelerin yapısında çok etkili oluyorlar. Nasıl değerlendiriyorsunuz o dönemi?
Atatürk’ün yaptığı büyük bir ileri görüşlülük… Çünkü o döneme kadar gerçek bir üniversite yok aslında. Büyük ablam doktor olmak üzere okuyordu…Hocalar geliyor. Kitaptan okuyor dersi, hiçbir şey katmadan. Oradan biri sesleniyor: “İşte tam burada öksüreceksiniz!”. O kadar kalıplaşmış ki dersler, onun bile yeri belli… Aynı şeyler hep. Ezber!
Atatürk bu nedenle Darülfünun’u lav etti. Üniversiteyi kurdu. Yahudilik ve fikir karşıtlığı dolayısıyla kovulan hocaları davet etti. Ve onlar üniversiteyi tam bir üniversite haline getirdiler. Bilimsel bir hale soktular… Bu çok büyük bir şanstı. Birçok önemli bilim adamı bu sayede geldi Türkiye’ye… Mesela çok büyük hocalar vardı: Rudolf Nissen, R. von Mises, E. Hirsch, L. Spitzer, H. Wintersstain, H. Reichenbach, Ph. Schwartz, E. Reuter, A. Rüstow gibi…
İstanbul Üniversitesi’nde İtalyan bir hoca vardı: Prof. Bartalini. İtalya’da sosyalist dünyanın büyük bir ismi. İtalya’da faşizm çıkınca önce Fransa’ya, sonra İngiltere’ye gidiyor. Orada da baş edemiyor. “Atatürk’ün ülkesi”ne geliyor. Zaten herkes “Atatürk’ün ülkesi” diye geliyordu. Ve dikkat ederseniz Atatürk hiçbir yere gitmedi. Herkes onun ayağına geldi… Gitmedi o herkes gibi, Bush’lara kuşlara… Neyse, Bartalini burada bir koyun sürüsü satın alıyor. Ve “Virgil” gibi koyun beslemeye kalkıyor. Tabii o iş batıyor. Nihayet hoca oluyor üniversitede. Latince dersi veriyor. Ben de onun öğrencisi oldum. Liseli olduğum halde hocamın dersine gelmeme izin vermesi sayesinde… Daha sonraki yıllarda da bunu sürdürdüm. Çok büyük bir etkisi oldu yetişmemde.
İstanbul Üniversitesi’nde asistanlığınız nasıl başladı?
Ben Fransız bursuyla gittiğim için bir Fransız kazısında çalışıyordum. Afyonkarahisar’da Yazılıkaya… Dr. Emilie Haspels adında bir hocayla…
Derken savaş çıktı. Biz de geri dönmek zorunda kaldık. Buluntular üzerinde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde çalışmaya başladık. Bir gün İstanbul Üniversitesi’nde ders vermekte olan Prof. Dr. Bossert geldi. Dedi ki “Benim asistanım askere gitti. Siz Almanca biliyormuşsunuz. Siz bana asistan olun.” Ben, “Hayır.” dedim. “Siz ne yapmak istiyorsunuz peki?” dedi… Ben, “Kayseri’ye gideceğim. Orada müzede çalışacağım.” dedim. Çünkü o vakit aşık olmuştum. (Gülüyor. Soruyorum “Nail Amcaya mı?”. “Hayır”, diyor “Erciyes Dağı’na aşık olmuştum!”). Dedim ki “Ben Kayseri’ye gidiyorum. Ben üniversiteye falan giremem. Gerçi ben dört senedir eskrimle uğraşıyordum. Arkadaşım ise benden daha uzun bir süredir. Hâlbuki eskrimde profesyonellik on beş sene yirmi sene ister, bir tecrübe meselesi çünkü.
Öğrenci karşısına çıkamam.” Bossert gitti geldi, gitti geldi sonunda “Canım, bir akademik yıl için… Artık kırmayın!” “Peki” dedim. Bir yıl için girdim, takıldım kaldım.
Cumhuriyet kurulurken o hiç imkânın olmadığı zamanların eğitim politikasına bakıyoruz; imkânlar zorlanarak inanılmaz fırsatlar yaratılmış. Ve şu an bakıyoruz, o eğitim politikasından eser kalmamış. Acaba ne oldu da bu kadar taban tabana zıt hale geldi eğitim politikası?
Cumhuriyet’in o yıllarında bilhassa Hasan Ali Yücel zamanında köy enstitüleri ve ayrıca halkevleri var. Öğretmenler okuldan çıkar doğru halkevine koşar. Orada gruplar vardır, spor, tiyatro, edebiyat gibi işlerle uğraşılırdı. Şimdi öğretmenler dersten çıkıyor, doğruca öğretmen evine pişpirik oynamaya koşuyor. Köy enstitüleri de bütün Türkiye’ye yayılmış durumdaydı.
Müthiş bir eğitim seferberliği, aydınlanma mücadelesi sürmekteydi. Ama ağalar bunun tehlikesini anladılar ve yıkılmasını sağladılar. Yani toprak feodalitesi! Tabii halkevleri ölünce, enstitüler ölünce büyük bir boşluk oldu.
Onların yerine ne koyacaklardı?
Kendi işlerine yarayan kurumları tabii ki… Demokratlar imam hatip okullarını açtılar. Türkiye bir karanlık dünyaya atıldı. İşte sonuç bu!
Bizler gelecekten oldukça umutsuzuz aslında…
Direnmeniz lazım her şeye rağmen direnmek lazım. Başka çare yok ki… Şimdi o zamanları düşünürseniz, o hiçlikler, o yokluk içinden Türkiye ayağa kalkabilmişse, bugün de kalkabilir. Tabii ancak vatandaş bunu yaparsa. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın felsefesiyle bu olmaz. Herkes taşın altına elini koymalı!
1950’lerde Karatepe Aslantaş için mücadele veriyordunuz, şimdi altmış küsur yıl sonra aynı coğrafyada çok değerli tarihi ve doğal hazinelerimiz tehdit altında. Ve bu sefer bu tehlikeye karşı mücadele ediyorsunuz…Herkesi bu konuda bilinçlendirip harekete geçirmeye çalışıyorsunuz…
Günümüzde artık yaptığımız taş üstüne taş koymak değil, yaptığımız boşlukları doldurmak. Başkasının yapacağı işi, başkası yapmadığı için yapıyorsunuz. Mecbur oluyorsunuz, boşlukları doldurmaya… (gülerek…)
Ben öğrencilerime şöyle söylüyordum: “İşini gücünü edeceksin feda, Türkiye’de tek görev def-i bela!