Bu sabah twitter’a düşen bir haber, asırlık Beşiktaş esnafı Kaymakçı Pando’nun aramızdan ayrıldığını duyuruyordu. 1895 yılından kapandığı 2014 yılına kadar Beşiktaşlılara aralıksız hizmet veren dükkânın son temsilcisi artık bizimle değil. Kısa bir internet taraması sonucunda bu haberin ulusal basının dikkatini çekmediğini gördük. Gündem yoğun, dikkatler farklı noktalara çevrilmiş olabilir. Ama Beşiktaş’ı diğer kentlerden özel kılan özelliklerinden biri de Beşiktaş’ı Beşiktaş yapan simge kimlikleri unutmaması değil mi? Bundan tam on yıl önce Kaymakçı Pando’yla Beşiktaş Belediyesi’nin kültür-sanat dergisi B+ için söyleşi yapmıştık. Eşi Yoanna da bize ev sahipliği yapmıştı. Mavi çerçeveli, küçük, süt kokulu dükkânlarında… On yıl önce yayımladığımız yazıyı, Pando amca anısına yeniden paylaşıyoruz.
B+, Sayı 2, Yıl 2008, Sayfa 32
Yazı: Başar Tuncel
Fotoğraf: Tuna Yılmaz
Kaymakçı Pando’nun yeri
Beşiktaş Çarşısı’nın meşhur Kaymakçı’sı, Kaymakçı Pando, Bulgar’ın Yeri… Pek çok farklı isimle karşınıza çıkan tek lezzet… Kaymakçı Pandeli Şestakof ve eşi Yoanna’nın işlettiği bu tarihi yer, 1895’ten bu yana hizmet veriyor. Küçük, şirin, kendine has ve bir o kadar da sıcak olan dükkânda önce şahane bir kahvaltı ettik, sonra da Pandeli Amca ile uzun uzun sohbet ettik…
Biz burada doğduk ve büyüdük…
Bizim dedelerimiz, Osmanlı İmparatorluğu zamanında Manastır’dan gelmiş, buraya yerleşmişler. Ben 11 kardeşten biriyim. 3 kardeş ve bir abla sağ, diğerleri rahmetli oldu. Benim yaşım 83. Doğduğumdan beri buradayım. Benim asıl mesleğim tornacılık. Babam dükkânın başındayken kardeşlerim okuyor, ben de tornacılık yapıyordum. Bir gün babam dükkânın başına geçmemi önerdi. “Kardeşlerin okurken sen de bu işi yaparsın, devam ettirirsin” dedi. Kabul ettim ve bu işte ustalaştım. Saraya yoğurt, süt ve süt ürünlerinden aklınıza ne gelirse biz veriyorduk. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Yıldız’daki Harp Akademisi, Teknik Okul ve Polis Okulu’na da yoğurdu ve sütü biz veriyorduk. Ortaköy’deki ilaç fabrikası, Barbaros’taki tütün fabrikası ve daha pek çokları bizden yoğurt alıyordu. Devire göre hareket ederdik. Toprak kapta da yoğurt yaptık, tepside de, cam kasede de. Zaman geçtikçe üretimde de işimizi kolaylaştıracak teknikler gelişti. Bizim için kolaylık oldu. Bazen tarif isteyenler oluyor. Veriyorum ama püf noktası bende… Beş veya altı sene önce, dükkânın mal sahiplerinden biri para sıkıntısına düşmüş ve hissesini diğerine devretmek istemiş. Öteki ortak almak istemeyince satmaya karar vermişler. Yeni mal sahibi geldi, “Size burada kimse dokunamaz, ben de dokunamam, siz burada ne kadar oturursanız o kadar oturacaksınız.” dedi. Ara ara görüşürüz, buraya uğrar, kira artışı gerekirse oturur anlaşırız.
Her gün Hürriyet Gazetesi’ne ufak cam kaselerde yoğurt yapıp yollardım…
Hürriyet Gazetesi’nde karikatürist Nehar Tüblek çalışırdı. Onun ricasıyla her gün 200-300 tane küçük cam kaselerde yoğurt yapıp gönderiyordum. Üstlerine de dekor olarak birer tutam çöre otu koyardım, siyah susam… Her gün hazırlıyorduk ama, çok zahmetli bir işti benim için. O ufak kaselerin içinde yoğurdu hazırlamak, mayalamak, düzenlemek herkesin işi değil. Epey sürdürdük yine de… Ama en sonunda pes ettik. Eskiyle kıyaslarsak burada şimdi pek bir şey yaptığımız söylenemez. Hayat devam ediyor tabii. Burada biraz kaymak falan yapıyoruz. Yerim de ona göre ufak, istediğim gibi olmuyor. Oluyor da tam istediğim gibi değil…
Seneler evvel bir gün bir hanım geldi buraya…
Serencebey’de oturuyorlarmış, kocası rahmetli olmuş. Bana “Amca biz zaman zaman buraya geliyorduk. Kocam öldü, kayıtlarında gördük, eski Türkçe yazılmış, okuttuk ve sana borcu olduğunu gördük. Onu vermeye geldim.” dedi. Hanım çıkardı bir sürü para veriyor bana, ben nasıl alayım şimdi onu. Ben ne bileyim bana borcu var mı yok mu? “Hanım” dedim “Ben şuradan alayım 3-5 milyon. Sen ben bunu alırken helal et. Ondan sonra ben de sana helal edeceğim” dedim. Olur olmaz derken ağlaya ağlaya gitti. Pazar günü baktım iki delikanlı geldi. “Sen bizim anamızı neden ağlattın?” dediler. Durumu izah ettim, ısrar ettiler, almadım. Ondan sonra sohbete başladılar. Bir yandan da beni süzüyorlar, arada soruyorlar “kaç numara ayakkabı giyiyorsun, ayakkabın güzel” diyorlar. Şüphelendim ama söyledim yine de. Sonraki hafta bir baktım, güzel iki çift ayakkabıyla gelmişler, “Amca bunu kabul et” dediler, ben de kabul ettim. Böyle içime sindi.
Baba Hakkı da sık sık buraya gelirdi…
Hep duvarın kenarında aynı yere oturur kahvaltısını yapardı. Onun yeğeni olan bir hanım vardı. Baba Hakkı rahmetli
olduktan sonra gelir, onun oturduğu yere oturur, duasını eder, sonra kalkar giderdi. Bazen yaşı ilerlemiş kişiler gelirdi. Vaktiyle askeri lisede öğrenciyken buraya gelirlermiş. Şimdi kurmay olmuşlar, paşa olmuşlar, çocuklarıyla, torunlarıyla gelip “Ben burada kahvaltı ederdim” diye anlatıyorlar. Bir gün bir paşa geldi, çok etkilendi, “Hanımımı getireceğim” dedi. Sonraki hafta hanımıyla geldi, kenara çekildim “Paşam” dedim, “dükkân senin, hanımına iyi bak”. O da sordu, “Hanım ne istersin?” diye… Hanımının balının, kaymağının, çayının servisini kendisi yaptı. Anneler geliyor çocuklarla. Ben süt veriyorum çocuklara, burada içiyorlar. Evde içmiyorlarmış ama “dedeye gidip süt içelim” diye tutturuyorlarmış. Annesi “Sen bu sütü nasıl içirtiyorsun?” diye soruyor. “Ben paşa sütü veriyorum” diyorum.