Yazı: Evren Yıldırım Fotoğraflar: Kenan Özcan, Çetin Yılmaz Arşivi
Evlerimize çekilmemizin üzerinden yaklaşık olarak bir ay geçti; içinde bulunduğumuz sürecin belirsizliği hepimiz üstünde huzursuzluk yaratıyor. Kimine göre süre çok çabuk geçti, kimine göre saatler geçmiyor; zaman her birimiz için farklı akıyor.
Gerçeklik algımızı, varoluşun objektif ve mutlak bir tasvirinden ziyade, algılarımız doğrultusunda oluşturduğumuz kişisel bir deneyim olarak ele almak daha isabetli olabilir. Zamanı da fiziksel bir gerçeklikten ziyade içinde bulunduğumuz durumu algılama ve anlamlandırma çabamızın önemli bir parçası olarak ele alabiliriz.
Zaman hakkında yorum yapmanın zorluğu biraz da buradan geliyor. Hayatımızdaki yeri ne kadar doğal ve sorgulanmaz ise net bir şekilde tanımlanması da o kadar zor. Zamanın ne olduğu, insan bilincinin neresinde yer aldığı konusunda birçok farklı görüş bulunuyor. Filozoflar bu arayışı çoğunlukla içe dönük ele alıyor; bilim insanları ise çok farklı ölçeklerde gözlemler ve varsayımlar üzerinden ilerliyor. Zamanla ilgili olarak en aklı başında ve net tanımları ise şairlerin ortaya koyabilmiş olması da ayrıca ilginç. Zamandan bahsederken Ahmet Hamdi Tanpınar’dan alıntı yapmamak çok zor.
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.”
Bilimsel olarak termodinamiğin ikinci yasasından, entropiden, sistemlerin enerji dağılımının az olası olandan (yoğunlaşmış-konsantre) çok olası olana (yayılmış) doğru çok kuvvetli bir yönelim olduğundan bahsedebiliriz. Bu açıdan tüm kâinatı boşalan bir zembereğe benzetebiliriz. Özne olarak kendimizi bu akışın bir yerine konumlandırmamız gerekiyor doğal olarak. Gelişigüzel bir an işimizi görmüyor, kendimize özel bir an istiyoruz, “şimdi” demek istiyoruz. Bireysel olarak zaman, daha çok içe dönük bir bakış; üst ölçekte ise toplulukların koordinasyonu açısından büyük önemi var. Farklı zamanlarda ve farklı kültürlerde zamanın insan yaşantısında üstlendiği rol ister istemez farklılaşıyor. Toplumsal yaşantıyı ağırlıklı olarak dini aktivitelerin yönlendirdiği dönemlerde eş zamanlılık ihtiyacı, endüstrileşmenin artmasıyla da verimlilik önem kazanıyor.
Anlamlandırmaya çalıştığımız çoğu kavramda olduğu gibi zamanı da pratik olarak değerlendirebilmek için ölçülebilir birimlere indirgemek gerekiyor; böylece (anlamını tam olarak ortaya koyamasak da) zamanı gözlemlemek, ölçebilmek ve ifade edebilmek adına saatler ortaya çıkıyor.
Başlarda yanan bir mum veya suyun akışı gibi “değişimin” gözlemlenebildiği düzenekler yeterli geliyor. Ancak bu düzeneklerde gözlemlenen değişimin eşit birimlere bölünmesi zor ve istenen hassasiyette sonuç alınamıyor. Değişken ortam koşullarında istenen şekilde sonuç vermiyorlar ve farklı boyutlarda imalatları da kolay değil. Bu yüzden, ortam koşullarından bağımsız çalışabilen farklı çözümler geliştiriliyor.
Saatleri, düzenli bir güç kaynağından sağlanan enerjiyi, eşit aralıklara bölünmüş halinde gözlemleyebildiğimiz düzenekler olarak ele alabiliriz. Kontrollü bir ortamda düzenli aralıklarla tekrar eden fiziksel bir kanunu küçük bir kafese koymak gibi düşünebiliriz. İnsanların günümüzde mekanik saatlere hala düşkün olmasının sebeplerinden biri de bu olabilir; gerçekleşen olayın anlaşılabilir şekilde gözlemlenebilmesi.
Güç kaynağı olarak ateş, suyun akışı, yer çekimi veya sarılarak sıkıştırılmış ince bir metal şerit kullanılabilir. Bu gücün saatin kadranına iletilmesini sağlayacak bir (farklı çap ve uzunluklarda dişli ve aktarım millerinden oluşan) bir düzeneğine ihtiyacımız var. Güç kaynağının düzensiz ve ani bir şekilde boşalmasını engellemek ve hareketi eşit aralıklara bölecek bir birim (escapement-eşapman) lazım. Bu amaçla zaman içinde sarkaçlar, maşalar, karşıt ağırlıklar, zemberekler gibi farklı aparatlar kullanılmış. Tüm bunlara ek olarak, boşalan güç kaynağının bir şekilde başa sarılması gerekecektir, bunun için de manuel veya farklı otomatik sistemler geliştirilmiş.
Saatlerin toplumsal kullanımı göz önünde bulundurulduğunda, özellikle kamusal yapılarda mimari bir eleman olarak kullanılması kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle şehir meydanlarında, çoğunlukla mevsimsel, astronomik birçok konuda ilgi uyandıracak şekilde ek göstergeler kullanıldığını görüyoruz. Bu noktada farklı dinlere mensup toplumların zamanı ele alış şekillerindeki farklılıkların belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı’da mekanik saatlerde “Alaturka-Ezani” ve “Alafranga-Avrupa usulü” olarak iki farklı kadran kullanılabildiğini de belirtmek lazım. Kısaca bahsetmek gerekirse, Ezani saatler, doğrudan güneşin hareketleri ile ilişkilidir ve gün başlangıcı farklıdır. İki gün batışı arasındaki süre 12 saate bölünerek ayarlanır. Günümüzde kullanılan “Alafranga” saatler ise, güneşin doğuş veya batışından bağımsız olarak kendi içinde bağımsız ve kesintisiz bir sistemdir. Güneş doğuş ve batışı arasında geçen sürenin değişken olduğunu düşünsek, ayar gerektirmeyen bir ezani saatin mekanizma olarak Alafranga saatlerden biraz daha karmaşık olduğunu söyleyebiliriz. Saat mekanizması ne kadar karmaşık olursa, seri üretimi de bir o kadar zorlaşır. Johann Meyer’in bu konuda oldukça pratik bir çözüm geliştirdiği Hamidiye saati karmaşık gibi görünen bir soruna pratik bir çözüm getirebilme açısından iyi bir örnek teşkil eder.
Ülkemizde cami avlularında veya cephe duvarlarında kullanılan güneş saatlerinin dışında, mevsimsel ve dönemsel bilgilerin insanlara aktarılması ve zamanın düzenlenmesi işlevi ağırlıklı olarak muvakkitler tarafından üstlenildiği için, mekanik saatlerin kamusal kullanımına çok sık rastlamıyoruz. (muvakkithanelerin işlevsel ve mimari açıdan ele alınması ise başlı başına ayrı bir konu) Bu yüzden mekanik saatlerin ülkemizde, birkaç istisna dışında ağırlıklı olarak eğitim, ulaşım veya sağlık yapıları gibi kurumsal binalarda mimari bir öge olarak yer aldıklarını görüyoruz.
Sarkaçla çalışan bu saatlerin çalışma senaryosu, prensip olarak 16. yüzyıldan bu yana çok fazla değişmemiş olmakla birlikte; kullanılan malzemelerden sebep oluşabilecek olumsuzlukların giderilmesi adına (Isıl farklar ve genleşmenin etkisini azaltabilmek adına farklı metal alaşımlarının kullanımı veya farklı yapıda millerin bir arada kullanılması ile oluşturulan kompanzasyon sarkaçları gibi) farklı iyileştirmeler içermektedir.
Sarkaçların farklı alanlarda kullanımları çok uzun süredir var olmasına rağmen, ilk detaylı çalışmaların 17. yüzyılın başında Galileo Galilei tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Sarkaç salınımının zamanın eşit parçalara ayrılması için kullanılabileceği fikrini de (çalışan bir model oluşturmuş olmasa da) yine Galileo Galilei’nin ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.
Her ne kadar bu fikir daha sonraları Vincenzo Viviani tarafından hayata geçirilse de günümüzde kullanılan anlamda ilk sarkaçlı saat tasarımının Hollandalı Fizikçi Christiaan Huygens tarafından yapıldığı bilinmektedir.
Sultan II. Abdülhamid döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’un en tanınmış mekanik saat yapımcısı Mustafa Şem’i Pek’in Boğaziçi Üniversitesi’nde yer alan saati ülkemizdeki sarkaçlı meydan saati örneklerinden biridir. Mustafa Şem’i, 1870’lerde İstanbul’da doğmuş, küçük yaşta çırak olarak başladığı mesleğinde özellikle meydan/kule saatleri ve bina cepheleri üzerinde yer alan saatleriyle ün kazanmıştır. Titizliği, çoğu yerde hâlâ çalışan saatler yapmasını sağlamış ve “M. ŞEMİ” markasıyla Çemberlitaş No: 29’da uzun yıllar faaliyet göstermiştir.
1910’da II. Albülhamid tarafından ısmarlanan saati Alman imparatoru Wilhelm’e hediye olarak gönderilmiştir. Bunun sonucunda 13 Mart 1911 tarihli bir berat ve dördüncü dereceden madalya ile ödüllendirilmiştir. İstanbul Üniversitesi Merkez Binası olan Harbiye Nezareti’nin girişindeki iki saat, Şem’i tarafından yapılmıştır. Ayrıca Evkaf Dairesi tarafından ayar saatleri olmayan cami ve muvakkithaneler için yaptırılması planlanan saatlerin imalatına talip olmuştur. Bunun üzerine açılan ilanlı bir sınav sonucunda yeterliliğini ortaya koyarak ihaleyi alır. Fatih, Sultan Selim, Yeşilköy, Mecidiye, Sütlüce Humbarahane, Beyoğlu Kamer Hatun, Emirgan, Sokullu Mehmed camileri ve muvakkithanelerine duvar saatleri imal eder. Muvakkithane saatlerinin bir çoğu ne yazık ki günümüzde yerinde değildir. 1933 yılında Haydarpaşa Garı’nın 3.25 m. çapındaki büyük saatini yapar. Mustafa Şem’i yaptığı her saate numara verirdi ve bu saatin numarası 64’tür.
Haydarpaşa Garı üstünde yer alan saatiyle ilgili bir anısını gazeteci dostlarına keyifle anlatırmış. (Şinasi Akbatu’nun Kemal Özdemir’e aktardığı şekliyle…) Çemberlitaş’taki atölyesinden çıkıp Haydarpaşa’yı gören bir noktadan dürbünle saatini ayarını takip edermiş. Bazen saatin birkaç dakika ileri gittiğini tespit edip, ayarı düzeltmek için gara gidermiş. Bu süreçte saat mekanizmasında bir problem bulamamış. Sonunda tam bir gününü saati gözleme ayırmış ve bir çift güvercinin yelkovanın üstüne konarak aşağı kaydırdığını görmüş.
Ankara Ticaret Lisesi, Balıkesir Erkek Öğretmen Okulu, Nişantaşı İngiliz Lisesi, Robert Koleji gibi bir çok yapıdaki saatleri imal etmiştir. Oldukça üretken bir saat ustası olan Mustafa Şem’i 1950’li yıllarda vefat etmiştir. Arkasında ise eserlerinin yanı sıra, yetiştirdiği Ercüment Varol gibi saat ustaları da bırakmıştır.
Recep Gürgen’in Şule Gürbüz ile yaptığı bir söyleşisindeki sözleri, yalnızca 1960’lara değil, saatçilik geleneğinin genel olarak akıbetine dair bir saptama olarak da yorumlanabilir: “1960’lı yıllar benim yine çok genç zamanım, her yere koştuğum, İstanbul gibi büyük bir şehirde bildiğimden çok farklı insan çeşitleri ve sosyal sınıfları gördüğüm, saatçi olarak da belki Cumhuriyetten sonraya gelebilen kalıntılara, Cezerciyan gibi eski büyük firmalara hâlâ tesadüf edilebilen, başka bir hayat yaşamış Mustafa Şem’i gibi, Selim Bil gibi son Osmanlı ustalarının yavaş yavaş dünya değiştirmeye başladığı tuhaf bir ara dönemdi. Sonradan üzülerek fark ettim ki, o yıllar Yahya Kemal gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Haşim gibi, Refik Halit gibi yüzyıl başında doğan, artık arkası gelmeyecek harikulade ve görmüş geçirmiş bir kuşağın da sonu imiş. 1970’lere gelindiğinde ben imparatorluğun gerçekten yok olduğunu böyle bir kalıntı görememeye başlayınca anladım ve derin bir yeise düştüm.”
Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’ün karakteristik yapılarından Albert Long Hall (Saatli Bina), 1890’lı inşa edildiğinde cephede bir meydan saati için yuvası bırakılmış. 1920’li yıllarda Louisa Edwards tarafından yapılan bağış sayesinde saat bugünkü yerine yerleştirilmiş.
Makine Mühendisi Prof. Dr. Çetin Yılmaz, 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra lisansüstü eğitimi için gittiği University of Michigan’dan 2007 yılında döndüğünde 90 yaşındaki saatin sorumluluğunu üstlenmiş. Öğrencilik yıllarında mekanik saatlere yoğun bir ilgi duyduğunu ve “Saatli Bina”daki saatin ağır aksak ilerlediğini hatırlıyor. Amerika’da geçirdiği yıllar boyunca saatlere olan bu ilgisi artarak devam etmiş ve döndüğünde Recep Gürgen ile temasa geçerek desteğini almış; o zamandan bu yana bu saatin bakım ve onarım çalışmalarını sürdürüyor.
Öncelikle saatin eski olan kasası, restore edilerek yenilenmiş. Mekanik saatlerde ortam ve kullanım koşulları doğrultusunda mekanizma kalibrasyonu büyük önem taşır. Bu yüzden sarkaçlı saatlerde sarkaç uzunluğu (salınım süresini belirlediği için) saatin dakikliği açısından belirleyicidir; sarkaç uzunluğunun zamanla uzayıp kısalmaması gerekir. Bu sebeple sarkaç malzemesi olarak genelde ahşap kullanılıyor. Mekanizma rutubetli bir ortamda bulunduğu için ahşap sarkaç zamanla çatlayarak hasar görmüş ve yapısı bozulmuş. Çetin Yılmaz sarkacın bakımının yapılarak iyileştirilmesini, öğrencilerine bitirme projesi olarak vermiş. Ortam sıcaklığı, nem ve basınç değerlerinin takibi için için sensörler kurulmuş. Sarkaç performansını en çok sıcaklığın etkilediğini belirten Çetin Yılmaz, ortam koşulları doğrultusunda ahşap sarkacı (ısıl genleşme değeri sıfıra yakın bir alaşım olan) invar ile değiştirmiş.
Buna ek olarak sarkaçta kompanzasyon sistemi de kurulmuş ve sapma günde 1-2 saniye değerlerine (mekanik bir saat için oldukça iyi bir değer) çekilmiş. Saatin, soğuk gecelerde don olduğunda (mekanizmanın torku yetmediği için) durduğunu ve ana ağırlık yaklaşık 20 kg. olduğu için elektrikli kurma mekanizmasının (binada jeneratör desteği olduğu için) oldukça kullanışlı olduğunu belirtiyor. Sarkaç salınım derinliği 80 cm. civarında, sarkaç bu yükseklikte saati bir gün çalıştırabiliyor.
İki ayrı cephede yer alan kadranların mekanizmaya olan uzaklıkları farklı. Uzakta yer alan kadrana bağlanan transmisyon mili sehim yapıyor; oturduğu yuvaya sürtündüğü için mekanizmanın torku da yetmiyormuş. Bunun için mekanizmaya rulman eklenmiş. Akrep yelkovan için de gerekli bakım ve onarım işleri Recep Gürgen’in de yardımlarıyla yapılarak saatin sapması 3 ayda 2 dakika civarına indirilmiş.
Saatle ilgilenen insanların koleksiyonlarında favori saatleri olur. Bu saate bakarak, zamana ve saatlere yaklaşımlarıyla ilgili bir fikrimiz olabilir. Çetin Bey’in en sevdiği saatin (atmosferik basınç farkıyla çalışan) Atmos olduğunu öğreniyoruz.
Çetin Bey Türkiye’de saat tasarımının bir kariyer olarak algılanabilmesinden önce gençlere bu konuda merak aşılanması gerektiğini belirtiyor. Bu yüzden öğrencilerinin mekanik saatlere ilgisini arttırmaya çaba gösteriyor; birçok öğrencisi telkinleri sonucu mekanik saat kullanmaya başlamış.
Ülkemizde saatlerle ilgili konuşmaya başladığımızda, ister istemez geçmişe dönük bir özlem hissediyoruz; kaybolup giden değerli ustalar ve yarım kalmış bir hikâyenin yarattığı hayal kırıklığı ve hüzün hakim oluyor ortama. Geçmişteki kıymetli örneklerine en azından layık olabilecek seviyede yeni işlere kalkışmak yerine nostaljiye teslim oluyoruz çoğu zaman.
Aslında hikâyeler okuyanı olmadığında yarım kalıyor.
Ülkemizde saatçilik geleneği, ince ancak yüksek nitelikli bir damar ile sürekliliğini koruyor. Dolmabahçe Sarayı ve Topkapı Sarayı’ndaki saatlerimiz, Recep Gürgen ve Şule Gürbüz’ün özenli ve özverili çalışmaları sayesinde hala hayattalar. Kendi adıma, bu kadar kıymetli bir koleksiyonun çalışır durumda onarılabilmiş olmasının kıymetini bildiğimizden emin değilim. Benzer şekilde Çetin Yılmaz’ın ortaya koyduğu kişisel çabanın da, hem bu önemli saatin onarım ve bakımı, hem de yeni nesillerin mekanik saatçiliğe olan ilgisinin arttırılması açısından çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Neticede usta çırağına, mesleğine duyduğu ilgi ve tutkuyu aktarabildiği ölçüde el verebiliyor.
Geçtiğimiz yıl, Bursa’da Tophane Endüstri Meslek Lisesi Mikromekanik ve Saat Teknolojileri Bölümü açıldı. Üniversitelerimizin makine mühendisliği bölümleri çok iyi seviyede eğitim veriyor ve ülkemizde ciddi bir mekanik saat pazarı bulunuyor. Saat tasarımı ve üretiminin ülkemizdeki geleceği ile ilgili olumlu düşünmek için birçok sebep var. Ancak merak, ilgi, çaba ve emek gerekiyor.
Geçmişte ortaya konmuş değerlerin kıymetini bilerek, yeni hikayeler yazmanın vakti geliyor.
Prof. Dr. Çetin Yılmaz hakkında
Prof. Dr. Çetin Yılmaz 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Makina Mühendisliği Bölümü’nden lisans derecesini aldıktan sonra lisansüstü eğitimi için University of Michigan’a gitti. 2001 yılında Makina Mühendisliği, 2002 yılında Matematik alanında yüksek lisans derecelerini alıp 2005 yılında Makina Mühendisliği alanında doktorasını tamamladı. 2005-2007 yılları arasında yine University of Michigan’da doktora sonrası araştırmacı olarak çalıştıktan sonra 2007 yılında Boğaziçi Universitesi Makina Mühendisliği Bölümü’ne öğretim üyesi olarak katıldı. Araştırma konuları dinamik, titreşim, akustik ve tasarım üzerinedir. Bu konularda pek çok akademik ve sanayi projesi yürüttü, 40’ın üzerinde makale ve bildiri yayınladı, patentler aldı. 2017 yılında Türkiye Bilimler Akademisi tarafından verilen Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanı Ödülü’nü aldı.
Kaynakça: