BEŞİKTAŞ
22 February 2021

FUTBOLUN “ŞİİR”İ

Futbolun “Şiir”i

Beşiktaş’ı futbolla tanıştıran gençlerden biriydi. “Şiir” lakabıyla anılan Refik Osman Top, Valideçeşme’de futbola başladı. Futbolculuk yaşamını 1930 yılında Beşiktaş forması altında noktaladı. 1939-1946 yılları arasında teknik direktör olarak çalıştırdığı Beşiktaş’ı beş yıl şampiyon yaptı. Sadece futbolu ile değil, kendine has nüktedan üslubuyla yazdığı yazılarla da futbol tarihine adını yazdırdı.

Yazı: Mehmet Yüce Fotoğraflar: Mehmet Yüce Arşivi

Hava sıcak olmasına sıcak… Lâkin Yahya Efendi Dergâhı’nın kabristanlığı Boğaz’dan gelen serinletici meltemlerle, ağaçlara yuva yapmış kuşların cıvıltılarıyla bir huzurlu, bir rahat! Yorgunluktan bitap düştüm, bir ağacın gölgesinde oturuyorum. Bulamadım onu! Çok aradım, görevlilere sordum, bazıları “Bilmiyoruz” dediler, birkaçı da şu bizim alışık olduğumuz tarzla, bilmeden etmeden bir tarafı gösterdiler. Gittim, baktım, orada da yatmıyor. Epey dolandım, üst üste yatan Şeref Bey’i, Baba Hüsnü’yü saygıyla, sevgiyle yâd ettim. Lakin Refik Bey’i bulamadım… Hayıflanıyorum, “Şiir”in mezarını bulamadım, ona saygılarımı sunamadım, diye kendi kendime söyleniyorum. Oysa buraya gömüldüğünü biliyorum. Eski gazetelerde okumuştum, cenazesi Şeref Bey’in, Baba Hüsnü’nün de son dinlenme yerleri olan bu kabristanlığa getirilmişti…

Bir aralık, sol tarafımda bir nefes işittim, bir lakırdı duydum… Kafamı çevirmemle birlikte onun muzip yüzünü gördüm. Biraz şaka, bir miktar da alaycı bir ifadeyle;
-Bulamadın mı yattığım yeri muharrir bey?

Ağaca dayadığım sırtımı kaldırıp, olduğum yerde doğruldum. Gözlerimden çıkan ateşi ben dahi görüyordum. Biraz kekeleyerek:
– Bulamadım üstadım, bulamadım!..
– Zararı yok! Şimdi buldun işte! Haydi gidelim buradan, oldum olası mezarlıkları sevmem.

Refik Osman Bey’le kabristandan çıktık. Beşiktaş’a doğru yürüyoruz. Üzerinde uçuk mavi, keten bir gömlek var, pantolonu krem, iskarpinleri boyalı. Gözü arkada, stadyumu arıyor, lakin bulamıyor. İzah ettim, “Yıktılar, otel yaptılar” dedim. Şimdi buraya yazamayacağım sunturlu bir kelime ile cevap verdi. Sinirli sinirli yürümeye başladı. Peşinden seğirtiyorum, e adam sporcu benden daha hızlı, çevik, yakalayabilene aşk olsun!

Neyse, sonunda yakaladım. Beşiktaş’a da geldik zaten.
– Bu muhitte doğdum ben, Valide Çeşmesi’nde, Ekmekçi Ali Ağa Mahallesi’nde, yirmi üç nümerolu hanede…
– Değişti buralar Şiir, doğduğun evi bulamayız.

Asabi asabi yüzüme bakıyor: “Ağzından bir de güzel bir kelam çıksın” diyor. “Şeref Stadı yok, yirmi üç nümero yok! Ne bıraktınız geriye?” diye soruyor.

Şiir haklı, onun yaşadığı devirden pek bir şey kalmadı Beşiktaş’ta… Bütün şehir gibi bu güzelim muhit de talan edildi. Diyecek bir şey bulamadım, biraz gönlünü almak gayesiyle;
– Haydi gel üstadım, Boğaz kıyısında bir kahve ısmarlayayım sana, dedim.

Kabul etti. Gittik belediyenin bahçesine, şöyle diğer müşterilerden uzakta, tenha bir masaya kurulduk. İki kahve söyledim. Garson yüzüme tuhaf bir şekilde baktı. “Gelecek biri mi var efendim?” diye sordu. Refik Bey bir kahkaha patlattı. Garsona gülümseyerek, “Yok” dedim. “Sen yine de iki tane getir, biri sade, diğeri de az şekerli olsun lütfen.” Biliyorum Şiir az şekerli içer kahveyi…

Garson şaşkınlığını gizlemeye gerek duymadan, deli midir nedir ifadesiyle yanımızdan ayrıldı. Refik Bey çok eğleniyordu. Kahkaha üstüne kahkaha… Kimse onu göremiyor, duyamıyor tabii… Başladı anlatmaya:
– Sen biliyorsun tabii muharrir bey lakin Beşiktaşlılar da bilsin. Hayat hikâyemi anlatayım, o da soyadım gibi zaten, hepsi şu top üstüne değil mi? Dediğim gibi burada doğdum ben. Rumi 1313’de, Miladi 1897 oluyor galiba. Babam Osman Hilmi Efendi’dir. O da buralı. Sofu bir adamdı merhum, namazında niyazında…
Garson uzaktan seğirtti. Kahveler geldi. Biri bana diğeri de garsona göre yanımdaki boş sandalyeye. Bir süre baktı, uzaklaştı. Refik Bey, elinin tersiyle bir hareket yaptı, boş geç manasında. Sonra höpürdeterek kahvesinden okkalı bir yudum aldı, devam etti anlatmaya:
– Hiç unutmam, sonbaharın ılık ve mahzun bir günü idi. Arkadaşlarımla birlikte Küçük Çiftlik Parkı’nın arkasından geçiyorduk. Acayip ve yuvarlak bir şey yokuştan bütün süratiyle önümüze geldi. Arkadaşlar arasında en ziyade koşan ben olduğum için bu garabeti bana teslim ettiler. Ben de hiçbir şeyini bilemediğim bu sevimli misafirle, bütün süratimle eve geldim. Topla tanışmam böyle oldu.
– Peki Beşiktaş’a nasıl girdin? Kim aldı seni?
– Sanki bilmiyormuş gibi soruyorsun. A tabii Beşiktaşlılar bilecek değil mi? Bu hayali röportajı dergilerine yazacaksın.
– Evet, niyetim öyle. Seni herkes tanısın, bilsin istiyorum Şiirciğim.
– Beşiktaş’ta o vakitler Basiret ve Valideçeşme namlarında iki futbol takımı vardı. Valideçeşme’nin reisi Şeref Ağabey idi. Her hafta cuma günleri Kâğıthane’nin güzel çağlayanında, Hastane Çayırı’nda maçlar yapardık. Beşiktaş’a dönüş yolunda şarkılar söyler, eğlenirdik. Şeref Ağabey beni beğenirdi. Takıma aldı.
– İlk kulübün Valideçeşme yani, Beşiktaş’a ne zaman dâhil oldun?
– Evet, gerçi şimdi tam hatırlayamıyorum, birkaç sene sonra Beşiktaş’ın da futbol takımı kuruldu. Şeref Ağabey bizi toplayıp bu kulübe getirdi. Giriş o giriş!
– Pek öyle değil galiba, nerdeyse bütün takımlarda oynadın, değil mi?
– Eh oynadık muharrir bey, senin de dediğin gibi. Lâkin biliyorsun karışık işler dönüyordu o vakitler…
– Bilmez miyim Şiir, hem de nasıl? Beşiktaş’tan bir ara koptunuz galiba?
– Evet, Beşiktaş idaresi futbolu çok sevmiyordu. Devamlı gürültü, patırtı… Şikâyet oldu. Şeref Ağabey de buna biraz bozuldu. Bütün takımı alıp kulüpten ayrıldı. Sonra içi elvermedi, yeniden döndük kulübümüze, orası bizim yuvamızdı… Bombacı Bekir vardı, bilirsin sen.
– Bilirim.
– Çok iyi arkadaşımdı. Bendeki yeteneği görünce beni Fener’e aldı.
– Sende arkadaş çok, oradan da Galatasaray’a gittin, bu sefer kimdi o arkadaşın?
Refik Osman Bey o bilindik kahkahalarından birini attı.
– İlahi muharrir bey. Maşallah hiçbir şey de kaçmıyor. Muzaffer’di o, Galatasaray’a girince Ali Sami Bey yanıma geldi, Emil Oberle diye Alman bir kaptanları vardı. Millî Takım’da oynamış, yalnız sağ topuğu kırılmış bir maçta. Onu sen saracaksın bu maç, dedi. Ben de itina ile denileni yaptım. Adamın şutları kireç fıçısını devirirdi, öyle şut atardı anla işte…
– Altınordu ne olacak?
– Evet, o da var tabii. Malum harp zamanları. Pederim rahmetli olmuştu. Anacığıma bakacak kimsem yok. Partinin takımına girersem askere gitmiyordum. Ben de ne yapayım girdim. Gene Bekir aldırmıştı beni. Onlar da topyekûn Fener’den Altınordu’ya geçmişler. Ne takımdı ama… Üç yıl arka arkaya İstanbul şampiyonu olduk. Dördüncüyü de olacaktık da İngilizler sahayı işgal etti.
– İşgal zamanı değil mi? Nasıldı işgal günleri Şiir?
– Vallahi hatırlamak bile istemiyorum. Sarhoş herifler, bir gün beni önlerine kattılar bakkal arıyoruz.
– Ne yapacaklarmış bakkalı?
– Ne yapacaklar mı, soyacaklar elbet! Bir Rum bakkal vardı mahallede… Bunlar Maçka Kışlası’ndaki İngilizler. Bazen beni takımlarında oynatırlardı. İçki arıyorlarmış. Gittik bakkal kapalı. Evi dükkânın yukarısındaydı. Bunlar kapıyı kırmaya kalkınca korkup geldi garibim. Soyup soğana çevirdiler zavallıyı.
– O sırada bir de Avrupa seyahatine çıkmışsınız galiba. Maşallah Şiir, İstanbul işgal altında, bir yandan Millî Mücadele, siz gezip tozuyorsunuz!
Refik Bey bu lafıma öyle bir kahkaha savurdu ki, yan masalardan dahi duyulacak diye irkildim. Oysa kimse duyamazdı onu benden başka. O benim muhayyel ahbabım, Şiir’imdi. Bir ben duyardım evliyamı…
– Yok yahu, mübalağa ediyorsun. Bir defa biz giderken işler tersine dönüyordu. Cepheden iyi haberler gelmeye başlamıştı. İşgal altındaki şehirde de kim durmak ister? Yusuf Ziya Bey vardı. Galatasaray’ın muhtarı gibi bir şeydi. Her şeyi o ayarladı. Ben o sıra İttihad Spor’da oynuyorum. Bizim Başkan Aydınoğlu Raşid Bey, benle Bombacı Bekir’i Galatasaray’a vermek istemedi. “Ben sizi tayyare ile balonla, zeplinle götüreceğim” dediyse de bizde o göz var mı? Atladık Galatasaray’ın buharlısına…
– Sonra, nasıl geçti maçlar?
– Nasıl geçecek, bir araba gol yedik. Sparta Prag mı ne, bir düzine gol attı Galatasaray’a… Maçın sonuna doğru Yusuf Ziya Bey de girmişti oyuna, bir pas atıldı, tam gol yapacak, pantolonu düşmesin mi, toparlanmaya fırsat bulamadan aldılar topu ayağından…
– Avrupa nasıldı? Beğendin mi, değdi mi bari o kadar yorgunluğa?
– Değmez mi? Hayatımda ilk defa duşu orada gördüm. Bak anlatayım: Bir gün bizim hacamat memuru Cafer ile hamama gittik ve bir banyo kiraladık. On musluklu banyo bana bir hoş gözüktü. Zavallı futboldaki güreşten her tarafı çetele gibi idi. Musluğu açmamla beraber Cafer soğuk bir duş yapmaz mı? Musluğu kapamadan kaçtım. Sıcak musluğu buluncaya kadar tir tir titremiş ve neticede üç gün de hasta olmuştu.
Güneş batmaya hazırlanıyor. Daha konuşacak çok şeyimiz var. Meşhur penaltı atışları, Galatasaray’ı mağlup edip kazandıkları ilk İstanbul şampiyonluğu, Moskova seyahatleri… Tam bunları sormaya hazırlanıyorken, arkamızdaki stadyumdan bir uğultu yükseldi. Beşiktaş gol atmış olacak. Refik Osman bir yandan şaşkın, bir yandan da soruyor:
– Bu stadyumun hâli ne, ne yaptınız buna, İtalyan bir mimar yapmıştı o canım tribünleri…
– Yıktılar onu da… Sonra da bak daha güzelini yaptılar, daha modern, çağdaş…
– Hadi oradan, çağdaşmış. Bir defa o tribünlerin, taşların canı var. Taksim Stadı’nı yıktıklarında da aynı teraneyi söylemişlerdi, geçiniz efendi!
– Taksim demişken, nasıl yenmiştiniz Galatasaray’ı Şiir?
Bu soru karşısında Refik Osman neşelendi, elimi tuttu. Tane tane ve büyük bir zevkle anlatmaya başladı:
– Çok havalıydı Galatasaraylılar maçtan önce. Kaç atarız, beş, altı, söylenip duruyorlardı. Bir tane ben attım penaltıdan burunla, bir de Edip Bey’di galiba. Maçtan sonra görecektin Aslan Nihat’ın yüzünü, kireç gibi bembeyaz olmuştu. Taksim’deki Beşiktaşlılar bağırıyorlardı, sevinçlerinden. Omuzlarda taşıdılar beni otomobile kadar ayıptır söylemesi…

Veda vakti geldi. Refik Osman’ın gitmesi lazım geliyor. Yüzümdeki memnuniyetsizliği gördü. Gülümsedi.

– Üzülme muharrir bey, daha çok konuşuruz biz seninle, ben yine çıkarım karşına ansızın.
Masadan kalkarak Ortaköy’e doğru meyletti.
Arkasından seslendim.
– Şiir! Bir şiir patlatmadın, dinleyelim?
Ellerini iki yana açtı. Etraftaki kocaman binaları gösterdi.
– Boş versene sen, sizin her tarafınız şiir olmuş, benim şiirlerime lüzum yok!

Makalede adı geçen futbolcular (yazıda geçtikleri sıra ile):
Ahmed Şerafettin Bey, Beşiktaş futbol takımının kurucusu, reisi ve genel kaptanı.
Hüsnü (Savman): Beşiktaş’ın erken dönem kaptanlarından, Beşiktaş’ın ilk millî futbolcusu.
Bekir Refet (Teker): Millî futbolcu, Fenerbahçe, Altınordu ve İttihad Spor’da oynadıktan sonra futbol hayatına Almanya’da devam etti.
Muzaffer (Bağdatlı): Galatasaraylı forvet oyuncusu. 1913-1917 seneleri arasında oynadı.
Emil Oberle: Galatasaray’ın erken dönem kaptanı. Alman Millî Takımı’nda da oynadı.
Ali Sami (Yen): Galatasaray Spor Kulübü’nün kurucusu.
Yusuf Ziya (Öniş): Futbol Federasyonu’nun ilk başkanı. Galatasaraylı futbolcu.
Cafer (Çağatay): Fenerbahçeli millî futbolcu.
Nihad (Bekdik): Galatasaray’ın erken dönem kaptanlarından. İlk millî olan futbolcusu.
Haberi Paylaş:

Beşiktaş Belediyesi


BKS logo

© 2024 Beşiktaş Belediyesi. Sitedeki tüm metin ve görseller Beşiktaş Belediyesi'ne aittir. İzinsiz kullanılamaz.

F5 İletişim